24 Temmuz 2019 Çarşamba

Demokrasiye Giden Yol

Üç gündür Pazar günkü adaylar buluşmasını gözden düşürmeye çalışmak, bu münazaranın olumlu tarafını görmemek, karşı tarafı zor duruma sokmak niyetiyle araçsallaştırmak ne kadar saçma!

Moderatör üzerinden yapılan saldırının önce kendi adayına zarar verdiğini bile göremiyorlar üstelik. Yenilgiyi ve kaybedeceklerini anlamış bir ruh halini yansıttıklarının sanırım farkında değiller.

TC Anayasanın hala geçerli kurallarını hiçe sayan Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla otobüs üzerinde miting konuşması yapması, taraftarına çay paketi atması ise dünya siyasi literatürüne geçecek bir fiyasko!

Bu ülkenin demokrasi geleneği çok güçlü değil, siyasi tarihi benzer tuhaflıklarla dolu. Toplumun  30-40 sene önceki toplum olmadığının, yeni nesilleri, gençleri farklı yetişen, görüş ufku yenilenmiş, dinamik bir ülke olduğunun farkında değiller.

Kullandıkları eskimiş yöntemlerle arkalarında düşündükleri kitleyi hala çoğunluk sanmaları ne büyük bir yanılgı?

Şu seçim kampanyasında ülkeye yaşattıkları gerilim, hayal kırıklığı, kızgınlık yetmiyormuş gibi seçimin adil ve özgürce olmasını engelleyen tavırlar, söylemler, yakıştırmalar ile ülke yönetiminde kalmalarını daha sorgulanır yaptıklarını anlamıyorlar mı?

Seçim itirazları sırasında kullanılan gerekçelerin inandırıcılığı bir kez daha yıkılmıyor mu?

İktidar bir güven sorunu yaratıp itibar kaybını kendi elleriyle yaratmıyor mu?

İktidarlarının sonuna yaklaştıkça sarıldıkları çareler ülkeyi zor günlere taşıyabilir.

Seçilmiş bir kişinin yönetime gelmesini özür dileme şartına bağlamak gibi garip bir açıklama sanırım seçim öncesi yıpratma taktiğinden öteye geçmeyecektir.

Cumhurbaşkanı tarafsızlığını gölgeleyen bu tür tutumlarıyla şaşırtıcı gelmiyor kimseye ama zarar gören hukuk devleti oluyor.

Çok savundukları başkanlık sisteminin demokrasi ve hukuk açısından yarattığı hazin durum özgür seçimlerle iktidarın değişmesi gibi temel bir kuralı dahi gölgeliyor.

Sanırım gelinen noktada üzerinde durulacak asıl konu bu olmalı. Ama bunun cevabını ulusun iradesi seçimlerle verecektir diye düşünüyorum.

İstanbul seçimleri bu nedenle hem bir sonun hem de demokrasiye sahip çıkmanın bir miladı olacaktır.

Kazanan millet olacaktır. Değişimin yolu açılmıştır...

Umutlu Olmaya Mecburuz

İstanbul seçimlerinin Büyükşehir Başkanlığı ayağının "oylar çalındı" iddiasıyla iptalinden sonra gözler YSK'nın açıklayacağı gerekçeli karara çevrilmişti. YSK'nın yayımladığı 250 sayfalık gerekçeli raporda oyların çalındığına dair hiçbir ibare yer almadı, kanıt gösterilmedi. "Bir şeyler nasıl olmuşsa olmuş" demenin ötesine geçmeyen nesnellikten, inandırıcılıktan uzak bir açıklama! Hukuk sisteminin geldiği hali bir kez daha gösteren hazin bir nokta!

Yandaş gazeteler bu raporu "işte 7 üyenin 212 sayfalık gerekçesi" diye sundular. Oysa raporun önemli bir bölümü AKP'nin sunduğu itiraz dilekçesinde yer alan, okuyanın kafasını karıştırıp yanlış yoruma yol açan detaylarla doluydu. Bunların 7 üyenin aldığı iptal kararı ile hukuksal bir bütünlüğü yoktu. Üstelik rapordaki kararı ifade eden sonuç bölümü 10 sayfayı geçmiyordu...

Raporun üzerinde çok konuşulduğu ve yazıldığı için burada bu konuya yeniden girmek istemiyorum. Ama gelinen noktada şunları gördük:

a) YSK itiraz dilekçesindeki iddiaları hukuksal bir süzgeçten geçirmemiş, muhalefet şerhi koyan 4 hakimin yazılan raporda 35 sayfa tutan hukuk dersini görmezlikten gelmişti.

b) Seçim sonuçlarına düşürülmek istenen gölge bir demokrasi ve hukuk ayıbına yol açmıştı. Bu durum demokratik dünyada bir süredir yaşanan itibar kaybının geldiği son aşamaydı. Ekonomiyi ve sosyal hayatın bütün dengelerini bozacak kadar olumsuz yansımaları olacaktı, nitekim oldu da.

c) Yapılan itirazların gerçek dışı olduğundan kimsenin şüphesi yoktu. Bunlara AKP saflarında hala siyaset yapan ve ona oy verenlerin bir bölümü de dahildi. Gelinen nokta asıl bu yönüyle itirazın gerçek nedenlerini sorgulamamızı gerektiriyordu. Partide liderlik tarafında yaşanan bir beka sorunu olduğu aşikardı.

Seçimin iptal edilmesini sağlayanlar bununla yetinmediler. 31 Mart öncesinin kutuplaştırıcı dili bu kez seçimin galibi Ekrem İmamoğlu'nu doğrudan hedef alarak devam ediyordu. Sözde terör yandaşlığı saldırısına bir de pontusçuluk suçlaması eklendi. Komik sayılacak yakıştırmalar, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı bir siyasetin düzeysiz araçlarına dönüştü. TV programına çağrılan İmamoğlu'nun konuşması montajlandı vs. Bu kadarı da olmaz dedirtecek bir durum! Benzerleri siyasetimizde daha önceleri de yaşanmış belki, ama yeni kuşağın gözünde anlamakta zorluk çekeceği şeyler bunlar...

Yapılanlar ne yazık ki siyasetçilerin ifadeleri ile sınırlı kalmaz böyle durumlarda. Bazı yöneticiler, savcılar bu dilin tesiriyle kendilerini seçen iktidara bağlılıklarını kanıtlamak üzere, kazanımlarını sağlama almak için hukuku hiçe sayarak hünerlerini gösterirler. Şarkıcı Alpay'ın konserinden sonra yaşananlar, Ordu mitinginde ve sonrasında Valilikçe miting için yapılan ikazlar ve sonrasındaki yasaklar son örnekleri.

YSK başkanından bugün duyduğumuz açıklama ise beklenildiği gibiydi aslına bakarsanız. Bayram içinde Şişli İlçe seçim kurulu başkanının itiraz dilekçesine verilen cevap sayesinde öğrendik ki İstanbul'da mevcut seçim kurullarıyla seçime devam demiş YSK. Oysa iptal gerekçesinde aynı YSK, 754 sandık kurulu başkanının yasal zorunluğa uyulmaksızın kamu görevlisi olmayan kişiler arasından belirlendiğini söyleyerek (tam olmasa da) kanuna aykırılık oluştuğuna dikkati çekmişti. Seçimin neticesine etki ettiği idda edilen seçim kurulları ile 23 Haziran seçimlerine de gideceğiz demek ne anlama geliyor pekiyi?

Bir sürü ciddi eleştiri yapıldı bunlar için. Hatta AKP bu karara itiraz etti. CB Erdoğan (artık yandaş basın sadece Başkan Erdoğan diyor) bile "yanlış anlaşılma var, bu mesele burada bitmez" dedi ve HSK'yı işaret etti, hatırlayın.

Oysa yapılması gereken YSK'nın bu tepkilere doğru dürüst bir yanıt vermesiydi. Araya uzun bayram tatili girince ne yapılır diye düşünmeye zamanları kaldı ve bunu kullandılar.

Bugün Sadi Güven'in açıklamasından öğrendik ki kulislerden sızan bilgiler doğruymuş, (ve Başkan da demişti zaten) YSK itiraz edilecek seçim kurulları hakimleri için topu HSK'ya atmaya karar vermiş... HSK bu hakimler hakkında son kararı verecek tek makam, ama kendisine bir başvuru olmayınca beklemişler! Nitekim daha 1 hafta önce 3722 hakim ve savcının yerini değiştirirken (tam o sıralarda yargı için stratejik reformun konuşulduğunu anımsayın) bu hakimlerin durumu pas geçilmişti...

Anlaşılıyor ki, HSK ile YSK arasında bazı hassasiyetler konusunda sorunlar var! Zaten Reis de bundan şikayetçi...

Sonuç olarak bayram tatili bitiminde şu itiraz edilecek hakimler konusu yeni bir karara bağlanacak gibi gözüküyor. Seçimlere 2 haftadan az bir süre kalmış, bu ne iş diyeceksiniz? İnsanların aklına kötü şeyler getirecek gelişmeler mi diye soruyor bazıları!

Hukuk sistemini bu hale soktuktan sonra bana hiçbir karar ve uygulama şaşırtıcı gelmiyor. Yapılanları normal görüyorum anlamında söylemiyorum bunu, yanlış anlamayın. Demokrasinin olmazsa olmazı seçim güvenliğini, adil bir seçme, seçilme hakkı esasını böylesine yok ettikten sonra yaşananlar şudur aslında: Geçen gün Fatih Portakal'ın dediği gibi, düğmeyi yanlış yerden başlayarak iliklersen aşağıya kadar yanlış gider! Yapılması gereken bu yanlış iliklemeyi baştan fark edip "böyle olmaz" demek. Yine kandırırız, yine kazanırız diyenler yanılacaklar. Çünkü gömlek gerçekten baştan yanlış iliklendi ve bunu herkes görüyor.

Artık bir dönemin sonuna yaklaşıyoruz sanırım. En kötü günleri geride bıraktık bana göre. "Bu daha başlangıç, kötüsüne hazırlanın" diyenlerden değilim. Bunu özellikle söylüyorum, basit bir iyimserlikle değil. Siyasi olarak ciddi hatalar yapmazsak aslında yaşadığımız tablo olumlu yönü işaret ediyor. Evet, şu da bir gerçek: Bireysel farkındalık ile güçlü bir toplumsal irade arasında bir uçurum var hala. Bunu da siyaset yapmadaki beceri noksanlığına, fikirsel plandaki dağınıklığımıza, baskı ve tehdidin yarattığı olumsuz atmosfere bağlıyorum. Ama işte değişiyor bu da, uçurum giderek kapanıyor. Bundan sonra hep ileriye bakıp daha neleri başarmalıyız, eksik kalanları nasıl tamamlamalıyız demenin zamanı. Demokrasi ve hukuk çizgisindeki her türden görüşü kucaklayan, özgür ve adil bir hayat isteyenlerle yürümek için, umutlu olmaya ve kararlı davranmaya mecburuz.

Sabahattin Ali ve Niyazi Akıncıoğlu

Bu hafta 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin 71. ölüm yıldönümüydü. İstanbul’da yaşadığım için yakından takip edemedim ama bildiğim kadarıyla Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yer olan Kırklareli’nde bu yıl bir anma töreni yapılmadı...  

Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için ise doğumunun 100. yılı dolayısıyla bir anma etkinliği yapılacak mı, ondan da emin değilim.  

Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Ali Kurt geçtiğimiz Mart ayında Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığını paylaşmadan geçemedi.

Kaderleri bir şekilde aynı şehirde kesişen bu iki edebiyatçı için bu girişi neden yapıyorum? Sabahattin Ali’nin katledilmesi ile Niyaz Akıncıoğlu ve arkadaşlarına 1953 yılında kurulan kumpasın arasında büyük benzerlikler olduğunu anlatmak istiyorum. Bu yazıda sözünü ettiğim iki değerli insanı saygıyla anarken bu benzerliğin nedenlerini açmaya çalışacağım.

Niyazi Akıncıoğlu’nun haksızca suçlanarak yargılandığı davadan üniversite yıllarımda haberdar olmuştum. Hikayeyi gençlik yıllarımda öğrendiğimde Niyaz abinin meraklı bir izleyicisiydim. Şiir yazma hevesinin ötesinde solculuk damarımızın da tesiriyle ona yakınlaşmak, sohbetine katılmak, aklımızdaki soruları yöneltmek için boyuna fırsat kollardım her gittiğimde. Niyazi Akıncıoğlu ile olan ailesel yakınlığımın hakkını vermekte ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama bana aşıladığı özgüveni gençliğimin değerli bir anısı olarak sakladım hep içimde.  

Neyse, ama o başka biriydi sonuçta. O da bunun bilincindeydi. Şairliğini ciddiye almak için söyledikleri kendisini övmenin ötesinde şiire olan saygısındandı. Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları Ali Kurt’un da dediği gibi asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak yaşama tutundu, kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve şairliği ile hep aranılan, sorulan biri oldu. Ama hak edenleri eleştirmekten de uzak durmadı. Okumak kadar topluma önderlik etme önceliği diğerkamcı kişiliğinin gereğiydi. Yardım etmeyi sever ve değerden anlayan biriydi. Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği bu yer onun ölçeğinde biri için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı taşradaki sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrulardan nasipsiz düzeyi onu hep rahatsız ediyor, siyasi tercihlerini de buna göre belirliyordu. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  

Avukatlık yapmaya başladığı yıllarda Sabahattin Ali ise çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramış, komünizme inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, onu düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu. Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düşmüştü. Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve ceset yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin adamıydı ve 4 yıl mahkumiyete rağmen aftan yararlanıp serbest bırakılmıştı. Sabahattin Ali cinayeti daha sonraki yıllarda da derin devlet olarak hep devrede olacak bir takım güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir mesajdı.

Kırklareli’nin ne yazık ki böyle bir kaderi vardır: Komünist bir devlete sınır komşusu olmak. Orada devletin en donanımlı istihbarat ağları faaliyet gösterir. Şehire her yeni geleni merak ederler, sınırdan adam kaçırma olaylarını takip ederler, kullanılacak ajanları tayin ederler, şehirdeki entelijansiyanın hareketlerini izlerler v. s.  

Niyazi Akıncıoğlu şehirde dikkati çeken biridir. Ünü İstanbul’da yaygın olan onun gibi birinin küçük bir sınır şehrine gelmesi kapana düşmüş bir kuşun halini andırır. Konuştuğu, yarenlik ettiği kişiler de polisin, istihbaratın izlediği insanlardır zaten. Mesele bir ressam Zeynel İlhan vardır. Öğretmendir. Sonra Avukat olacaktır. Onun gibi şüpheliler sınıfına dahil edilmiştir. Taşrada yaşamış olmak bu tür tecrübelerin eleğinden geçmek sayılır. Yaşadığınız her an polis tarafından izlenir. Okuduğunuz kitap, buluştuğunuz dost, sizi ziyarete gelen yakın arkadaş, okuduğunuz dergi, yazdığınız makale takip altında tutulan “veri” olarak devlet sırları havuzunda saklanır. Tutulan seyir defteri hakkınızda yapılacak uygulamaların planları için kullanılır. Bu işin başında muhakkak o anki iktidarca yerleştirilen bir emniyet müdürü, bir savcı daima bulunur. Onlar gözlerini taşra ortamlarında diğer yerlerdekinden misliyle daha fazla açmak zorundadırlar. Üzerlerindeki baskı daha etkileyici yankı bulur avlanacakları sahada. Hedeflerini daha çarpıcı ataklarla yaparlar. Çünkü taşra ölçeği bir kapan görevi görür. Göze girmek için fırsatları daha kolay kullanma imkanı verir. Bu ayrıca bir imaj meselesidir. Korku saçtığınız yerde iktidarın da sembollerini kazanmış olursunuz. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarına kurulan kumpasın arkasındaki elverişli şehir dokusu böyle bir şeydir sonuçta. İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprüyle gerçekleşen organik bağ merkezdeki birilerince yazılan senaryoyu zorlanmadan uygulama şansı verir.

Şimdi bir de buna o günün siyasi atmosferindeki evrilme halklarını ilave etmemiz lazım resmi daha iyi anlayabilmemiz için... Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır. O zamanın Emniyet müdürleri, polisleri, savcısının Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarını tutuklaması için aradan beş yılın geçmesi gerekecektir. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hakim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlayacaktır. Bu arada iktidardaki parti değişmiş Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı bu derginin tersten okunuşunu bir delil olarak mahkemeye sunar... Tutuklamalar ve açılan davalar Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi konjöktürüyle paralellik taşır: Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Kömünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını bekleyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tevkifatı da bunun için yapılmıştır. Bu da yetmez, Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları İstanbul’da kurulan sahte bir derneğin kurucuları arasında gösterilerek, Köy Enstitülerinin toptan kaldırılması için CHP’nin tek parti rejiminde başlattığı yıkıma son darbenin vurulması sağlanacaktır.

Gördüğünüz gibi komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirecektir. Ancak Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiştir ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak, Savcı Hüseyin Tarhan tarafından uygulanan komployu bozar. Ajan Nazif Karaçam’ın(ki bu kişi uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesinin Trakya muhabirliğini yapmıştır) talimatla yaptığı ihbarı ve suçlamaları kullanarak hazırlanan iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının beraat etmesini sağlar.

Yazıya başlarken Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile Niyazi Akıncıoğlu davasının ortak noktada nasıl kesiştiğini görmenizi istemiştim. Haksız olmadığımı umarım anlatabildim. Bu iki değerli edebiyatçıyı bu vesileyle saygıyla anıyorum. Yaşamları herkese örnek olsun.

HERŞEYE RAĞMEN...

Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum.  BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...