Sıkıldığım anlarda kendimi dışarıya atmışsam gideceğim yerlerin başında Kadıköy gelir. Niye severim Kadıköy'ü? Kadıköy gibi yerler çok azaldı demek geliyor aklıma önce. Aslında her kentin değişen yüzleri kadar içinde hala ayakta kalmayı başarabilmiş mekan ve bölgeleri olmalıdır, ki o yeri yaşantımızdan koparmayan asıl bağlar bunlardır. Kentin yenilenemiş modern hali kadar eskimiyen hafızası da önemlidir çünkü. Ama bunu anlatmak değil niyetim şimdi. Kadıköy'e gittim ama, beklediğin ya da umduğun rahatlamayı yaşayabildin mi diye sorarsanız cevabım koca bir hayır! Kadıköy bozuldu mu diye merak ediyorsanız, hayal kırıklığının sebebi bu değil, hayır; eski kadıköy maşallah yerinde duruyor, hatta yürürken dengenizi bozan eğri büğrü yolları, kaldırım taşları yenilenmiş, pek güzel olmuş son zamanlarda. Ama yine de eskiyle mukayese edidiğinde fark edilen başka şeyleri görüyor ve üzülüyorum.
İnsan Kadıköy'e çıktı mı gideceğiniz belli yerler vardır: Kokereç, midye, kalamar gibi şeylerin satıldığı mekanın önündeki tabureye ilişip önünüzden akan kalabalığı seyre dalarken tabağınızdan gelen muhteşem kokuları içinize çekip, buz gibi fıçı biranızı yudumlamayı hayal edersiniz. İşte o an şimdi dünyanın en güzel kentindeyim demenin zarif sadeliğini, sevincini büyütürsünüz içinizde birden. Daldan dala atlayan bir serçenin avuca sığmaz neşesiyle bambaşka biri olursunuz siz de. Hele yanınızda eski bir dostunuz varsa bu keyifin yerini hiç bir şey dolduramaz. Diyelim ki biranızı bitirdiniz, hafif bir sarhoşluk ile halatları kopmuş bağlı bir teknenin başına geldiği gibi çarşının esrarlı havasına kapılıp gidersiniz; caddenin her detayı, hergün kendiliğindenmiş gibi canlanlanan gürültüsüne, kargaşasına karışır, her zaman olduğu gibi bir kitapçının önünde bulursunuz kendinizi. Aklınızda aradığınız derginin kapağı, yeni çıkmış bir kitabın büyüsü ile içeriye dalarsınız. Bu kaybolmalar sizin için ayarlanmış zamanların en güzelidir. Dükkandan çıkarken kolunuzun altında taşıdığınız ağırlık sizi çok ötelere taşıyan hayallerle doludur. Oradan caddenin bir üst sokağına çıkarken önünden geçtiğiniz büfenin raflarındaki hiç bilinmedik şarapların önünde takılırsınız biraz. Belki içinizdeki kurda yenilip iştahla bunlardan birisine uzanır eliniz. Sonra çıkılan parelel üst sokakta meyhanelerin önünden hızlı adımlarla kayar gibi geçip balıkçıların tezgahları önünde bulursunuz kendizi. Taptaze, kıpır kıpır balıklardan kesenize de, damağınıza da uygun olanı seçerken hiç zorlanmazsınız. Mutlusunuzdur. Sonra, bütün bu eğlenceli güzergahlar arasında dolaşırken geçirdiğiniz zamanı hafızanızda tekrar tekrar yaşarken yaşadığınız yerlere ait bağlarınız bir birine dolaşmış dallar gibi ruhunuzu kaplamıştır artık. Eve dönüş yolculuğu bu ufacık ama müthiş bir haz yorgunluğunun doyumuyla doludur şimdi.
Niye anlatıyorum bu garip gelecek anıları? Bu günkü son Kadıköy gezisinin bende yarattığı derin yarılmaları anlatmak istedim de ondan. Sadece. Evet, daha önce yaptıklarımı bu sefer yapamadım çünkü. O ünlü kokoreçcinin önünde oturup biramı içemedim, aradığım kitabı bulmak için gittiğim aynı dükkandan bu defa elimde 8 sayfası ile incecik bir şiir dergisi ile çıktım, istediğim kitabın fiyatına içerlediğim için satıcıya söylendim, şarapçının yanından fişek gibi geçtim, balıkçı tezgahına sokulurken içimden yuh diye bağırdım, sinirimden dönüşte karıma alırım dediğim nergislerin önünden farkına varmadan hızla geçtim. Eve geldim. Evet, ben yaşadığım kenti yaşadıklarımdan koparan uğursuz karanlığa, bu kötürüm günlere isyanımı, bu günü ve ötesini kaygıyla anlatan bir yazıya döktüm sadece, elimden geleni yaptım.

