Trakya'nın Osmanlı Devleti'nden beri önemi, coğrafi konumundan ileri geldi. İmparatorluğun genişleme sürecinin doğuya değil batıya doğru olması bu bölgenin toplumsal ve ekonomik geleceğini de belirledi.
Osmanlı
büyürken bu topraklar hızla Türkleşti. Bu değişim bütün balkan coğrafyasında
eskiden beri yerleşmiş toplumlarla ilişkilere yol açtı. Bu genişleme kültürel
kaynaşma ile aynı anda imparatorluğu ayakta tutacak üretim şeklini ve askeri
gücü de sağladı. Trakya’nın çok kültürlü ve etnisiteli hayatında kalıcı izler
bıraktı. Yayılma ile gelişen birlikte yaşama becerisi bölgedeki inanç
sistemlerine özgün bir karakter aşıladı.
Batıya
yakınlık, değişim esintilerini de getirdi. Zayıflayan bir imparatorluk yıkılma
sürecinde adım adım gerilerken batıdan gelen yeni düşünce akımlarının da etkisi
altında kaldı. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda kaybedilmek üzere olan
topraklarda düzeni koruma kaygısı fikir hayatına şekil verdi. Balkanlarda
başlayan ilk yenilgiler toprak kayıpları ile sonuçlandı ve bu parçalanma Balkanlarda
bağımsızlık rüzgarlarını daha da güçlendirdi. Buraya yerleşmiş Türk toplumunu
acılı günler bekliyordu şimdi. Trakya trajik bir geriye çekilmenin acılarıyla
doldu taştı.
Savaşların
arkası kesilmiyordu. 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın başlangıcı, Osmanlı’nın
yıkımını hızlandıran 1829, 1878, 1912 ve nihayet 1914 yıllarındaki savaşlarla
geçti, binlerce genç insan kaybedilirken, binlerce çocuk öksüz kaldı. Trakya
toprakları top mermileri ile dövülürken insanlar canlarını kurtarmak için
Anadolu’ya kaçıyorlardı. Bu korkunç bir dönüş hikayesiydi.
Topraklar boşalmış,
acının külleri Trakya'yı kuru bir bozkıra çevirmişti. Oysa Trakya’nın
kaybedilmesi İstanbul’un esir edilmesi, imparatorluğun yıkımı demekti. Bu
nedenle Trakya, boğazlar ile birlikte tarihte çok önemli, stratejik bir bölge
sayılıyordu. Bu hem askeri olarak, hem de ekonomik olarak böyleydi.
Trakya,
Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Anadolu’daki mücadelenin önemli bir ayağı
oldu. Trakya’nın 1920’lerde Yunan işgaline uğramasından sonra yükselen direniş bu
nedenle Ankara tarafından sürekli desteklendi. Cumhuriyet'ten sonra da
Trakya’da başlayan mübadele sürecindeki yeni yerleşimler buradaki ekonominin
canlandırılması ve askeri tahkimat açısından son derece yaşamsaldı. Trakya hem
geniş ovaları ve su kaynakları ile hem de sınır bölgesindeki nüfus yapısıyla bu
stratejik önemini hep koruya geldi. Osmanlı döneminde demir yolu ağının
Kırklareli’ne kadar uzanmasıyla, yüzyıl sonra İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan TEM
otoyolunun yapılması benzer gerekçelere dayanıyordu. Trakya bu coğrafi
özellikleri ve insan kaynağı açısından taşıdığı değerleri nedeniyle tarih
boyunca çok önemli bir bölge sayıldı.
Yakın
geçmişe bakıldığında ne yazık ki bu özellikler sadece özel sektör ihtiyaçları
doğrultusunda değerlendirildi, ferdi zenginleşmenin kaynağı olarak kullanıldı.
İstanbul çevresine sıkışıp kalan sanayileşme, Trakya ovalarına geçişi önce
Tekirdağ çevresinde başladıktan sonra önlenemez hızlı bir ilerleme ile diğer
illere yayıldı. Yol alt yapısını ve Avrupa’ya yakınlık avantajlarını da
kullanarak Trakya toprakları bir çekim alanı haline geldi.
Bunda
tarımsal kesimde başlayan topraktan kopma sürecinin sağladığı ucuz iş gücü fırsatı
da etkili oldu. Köylerden kente başlayan göç, fabrikalar etrafında toplanmış
kalabalık kentlerin sosyal dokusunu da hareketlendirdi. Buralarda çoğalan
nüfusun yarattığı talep, yeni tüketim ihtiyaçlarıyla birlikte ticari ilişkileri
de çeşitlendirmiş, büyüyen şehirleşmeyle beraber inşaat sektöründeki
yatırımları hızlandırmıştı.
Bütün bu
süreç, çevresel kirliliği, şehirlerin plansız büyümesini, çarpık bir
kentleşmeyi getirirken tarım yapılan topraklarda emeğin yoksullaşması, üretimin
azalması ile sonuçlandı.
Sonuçta,
Trakya’nın geleceğini tehdit eden bu eksen değişikliği, tarımı ikinci plana
itecek kadar tehdit edici bir potansiyele sahip oldu.
Devlet
Planlama Teşkilatının kapatılmasıyla yaratılan boşluğu Kalkınma Ajansları
doldurmuş, siyasi iradeden bağımsız çalışan bir planlama anlayışı yok
edilmişti. Trakya toprakları şimdi tamamen özel sektörün ihtiyaçlarına göre,
toplumsal ve çevresel fayda göz ardı edilerek paylaşıma açılmıştı.
Bu kamu
çıkarlarına ters gelen el değiştirme süreci bizi nereye taşıyacaktır, bence bu
soru şimdi en önemli konudur.
Şimdi sıra Edirne, Kırklareli, Babaeski,
Pınarhisar gibi kirlenmenin başında olan kentleri “yok etmeye” geldi. İstanbul
depreminin korkusundan Trakya’ya başlayan göç akını, buradaki mevcut yaşamı bir
süredir tehdit etmekte olan kirlilik etkenlerini hızlandırmakta. Bölgede nüfus
artışı ile birlikte genişleyen pazar ve yeni işgücü kaynakları ile İstanbul'a
alternatif alan olarak seçilen yeşil Trakya toprakları şimdi özel sektörün
fırsatçılığına karşı korumasız durumda.
Buraya koşa koşa gelenlere şunu hatırlatmak gerekiyor:
Trakya toprakları en az deprem kadar tehlikeli çevresel felaketlere gebedir.
Ergene, Meriç nehirleri ve daha birçok derede zehir akıyor. Hava kirliliği
rekor seviyede. Susuzluk tehlikesi giderek artıyor. Trakya Bölgesi’ndeki su
havzalarında radyoaktif kirliliğin normalin 4 katı fazla olduğu söyleniyor. Bu
da bölgede yaşayanların kansere yakalanma riskini arttırıyor.
Trakya hızlı bir büyümeye hazır mı? Daha doğrusu
hızlı bir göç salgını bu topraklardaki hayatı tamamen bitirme tehlikesini barındırmıyor
mu?
Şimdi Trakya’da bu tehditin başından beri
farkında olup, yıllardan beri mücadele veren, uyarılar yapan kişileri, sivil
toplum örgütlerini, çevreci platformları dinleme zamanı.
Günü birlik bireyci fırsatların peşinden koşmak
yerine, geleceğimizin güvencesini sağlayacak politikalara, ilkelere öncelik verilmeli.
Bu topraklarda gerçekten mutlu ve huzurlu bir gelecek kurup yaşamak istiyorsak,
yaşanılmış örneklerden ders çıkartılıp bunun
güvencesini sağlayacak kamucu çözümlerde ve ortak fikirlerde buluşulmalı.