Belki bazılarınıza ters gelebilir.
Bazılarınızın da hoşuna gidebilir şimdi yazacaklarım...
Peşin hükümlerle karar vermeyin ne olur...
Derdim anlamaya çalışmak.
Anlatmaya çalışmak...
Şimdi karanlık bir geçitten geçiyoruz...
En önemli derdimiz de barış umutlarının her geçen gün biraz daha tükenmesi...
Kafalar hala bulanık...
Karşılıklı salvolar, meydan okumalar barış umuduna ne kadar çok zarar veriyor, bilseler...
Hele iktidarın Kobani direnişine başından beri düşmanca yaklaşımı, her şeyi alt üst etmeye, kin ve öfkeyi ayaklandırmaya yetmedi mi?
Şimdi ulusalcıyım diye mangalda kül bırakmayanlar empati yeteneklerini hepten yitirmediler mi?
Gazete manşetlerinde Kobani'ye yardıma koşan Peşmerge ordusunu PKK hamisi diye ilan ederek kafalarda nöbet tutmuş intikam arzularını kamçılamadılar mı?
Başta tarafsız olması gereken bir Cumhurbaşkanı ateşe benzinle gitmedi mi?
Basın sözcüsü Arınç "barış sürecine mahkum değiliz" demedi mi?
İşlerine gelmedi mi barış sürecini ne çabuk askıya aldılar...
Aslında barış sürecini başından beri iktidarlarını güçlendirmek ve başkanlık emellerini gerçekleştirmek için kullanmadılar mı?
Kürt siyasetinin silahlı tarafı bu oyalamayı gördü ve o da tehditler savurdu, arkasından şehit haberleri gelmeye başladı...
Ülke yeniden yasa boğuldu...
İyi mi oldu?
Kimileri seviniyordur belki...
Ülke kaosa sürüklensin, ordu darbe yapsın falan diyenler vardır muhakkak...
AKP muhalefetini Kürt-Türk düşmmanlığı üzerine bina etmeye çalışmak kadar büyük bir hainlik olabilir mi?
Burada barışı savunan Kürt siyasetçilerine de bir sözüm var...
Gelin silahlı kanatlara şu mesajı verin:
"Evet, derhal silahları bırakın...
Silahlı mücadeleye son verdiğinizi ilan edin..."
Öcalan'a gerek kalmadan...
Bunca dökülen kanı, uzun bir bilançonun kapanış maddesine yazın ve bu yoldan hesaplaşmaya bir son verin...
AKP Hükümetinin elinden bir kozu alın....
Bakalım karşınızdakiler barış görüşmesinin adını alabilecekler mi ağızlarına bir daha, görün...
Evet, eğer silahlar susarsa AKP nin barış oyalama taktiği de sona erecektir bundan emin olun...
O zaman niyetler gün ışığına çıkar, barışı sürecine sığınma gerekçeleri ortadan kalkar ve gerçek yüzlerini saklayamazlar...
Şimdi olduğu gibi...
İşte bunun için silahlar derhal susmalı...
Her kurşun iki halkın arasını daha çok açıyor...
Bu keskinleşen kırılma bizi iç savaşa götürür...
Kazananı olmayan bir savaşa sürükleniriz unutmayın...
Kürt siyasetçilerine büyük görev düşüyor bu konuda...
Biliyorum, içlerinde bunun muhasebesini yapan sorumluluk sahibi olanlar var...
Aynı zamanda kürt sorununa başından beri farklı bakan ve çözüm üretmeye çalışan sorumlu, demokrat, empati sahibi CHP liler de var, biliyorum..
Onlara da sesleniyorum...
Gelin silahalarını bırakmış bir kürt siyasetinin partneri olun...
AKP'nin terk ettiği alanı doldurun...
Ama onun gibi davranmayın...
Barışın kökleşmesi için taa 1989 yılında yazdığınız raporu bir kere daha okuyun, "artık yeni bir şeyler yapılmalı" deyip harekete geçin...
Demokrasiyi kurmak, özgürlükleri güvence altına almak, hukuk temelli bir topluma kavuşmak kürt gerçeğini ıskalayarak olmaz, anlayın...
Aynı şekilde, Birleşik Sol Muhalefete de görev düşüyor...
Onlar da seslerini barışın sağlanması için var güçleriyle çıkartsınlar...
Ülkenin sağ duyulu bütün muhalafeti bu konuda iş birliği kapılarını açsın...
Yoksa çok kötü günlere, büyüyerek yuvarlanan bir kartopu gibi sürükleniyoruz...
31 Ekim 2014 Cuma
15 Ekim 2014 Çarşamba
CHP Kobani'de çözüm arayışında
Dün Gürsel Tekin'in protesto olayları nedeniyle yaptığı açıklamayı okuduktan sonra yazmaya karar verdiğim yazıyı bu günkü Basın Toplantısına kadar ertelemem iyi oldu...
CHP içinde kurultay sonrası güç kazanan duyarlı, yenileşmeden yana bir takım insanların yeni CHP'e etkin olmaya başlamalarını görmek gerçekten sevindirici...
Hükümetin Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın başbakanlığı döneminden miras kalan Suriye politikası bilindiği gibi hem Esad'ın devrilmesine hem de Rojova'daki demokratik kürt yönetimine karşı bir mücadele vermeye yönelikti.
Bölgede itibar ve üstünlük kazanmak, bunu da Müslüman Kardeşler ittifakı üzerinden başarma hayalleri taşıyan bu politika Esad'ın devrilmesine karşı mesafeli duran Batı'lı dostlarınca tasdik görmedi. Sonuç olarak, Ortadoğu'da yalnızlaşma süreci hükümeti çaresiz bıraktı.
"Değerli yalnızlık" böyle bir politikanın sloganı oldu...
Ne var ki IŞİD'in Irak'tan çekilip Rojova'ya yönelen saldırganlığı Erdoğan Hükümeti tarafından yeni bir fırsat olarak görüldü.
Şimdi ikili bir oyun oynanacaktı...
Bir yandan IŞİD'in elindeki rehineler bahane edilerek, müdahale yapmak isteyen koalsiyon güçlerine istenen destek verilmeyecekti...
Öte yandan ise Rojova Devrimi ile sağlanan Kürt kazanımlarını, batılı ortaklarını da ikna ederek, doğrudan bir müdahele ile yok etme planı devreye sokulacaktı.
Bu plan işlemedi. Ama diğer yandan IŞİD'in katliam yaparak ilerlemesine ve güçlenmesine göz yumuldu.
IŞİD'in elinden rehineler kurtarıldıktan sonra ise asıl amacın yine IŞİD ile mücadele olmayıp PYD, yani Batı Kürdistan yönetimi olduğu daha iyi anlaşıldı.
IŞİD canavarlığından kaçan Kobani'li kürt sığınmacıların ise daha sonra sınırımızı geçmelerine göz yumulması kararı PYD'yi sınır ötesinde itibarsız ve yalnız bırakma amacıyla alındı. Bu nedenle PYD'nin bütün silah yardımı çağrılarına, "daha fazla ne yapalım, bundan da siz sorumlusunuz" denilerek cevap verildi.
İŞİD tarafından ordusu yok edilecek bir Rojova'nın, Kürtlerin barış müzakerelerinde elini zayıflatacağı, bölgedeki moral üstünlüğünü yok edeceği düşünüldü...
Burada Erdoğan ve Hükümetin, çok yönlü hesaplar içinde olduğu da gözden kaçmıyor...
Koalisyon ortaklarına şartlı destek ileri sürererek işi yokuşa sürerken içerde ise yaygınlaşması beklenen kürt aleyhtarlığını kullanıp Kürt politikasında geleneksel çizgiye çekilmek isteniyor, Ülkücü kartı devreye sokuluyor...
Böylece başta askerler olmak üzere Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine duyulan hazımsızlığı bu kez Suriye'nin kuzeyinde yaşamak istemeyenleri kendi safında görmek, somut ilerlemenin sağlanmasına engel saydığı kürt siyasi mücadelesini görmemezlikten gelerek çatışmacı ve oyalayıcı bir taktikle, barış sürecinin adil bir şekilde sonuçlanmasından rahatsızlık duyan çevreleri, kurumları rahatlatmak istiyor...
Yükselen toplumsal kırılmanın yansıması olarak yaşanacak kargaşa ve çatışmalar herkesi korkutuyor. Bunun arkasından kaçınılmaz olarak gelecek müdaheleci bir zihniyetin yeniden hortlaması ihtimali herkesin kanını donduracak bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor.
Öcalan'nın pek dikkate alnmayan "Darbe tehlikesi" uyarısı aslında hükümetin izlediği tutumun perde arkasını anlamamızı sağlıyor...
AK Parti ve şimdi Cumhurbaşkanlığı makamında gücünü arttırma hazırlıkları yapan lideri böyle bir tehditi eskiden olduğu gibi cesurca geri püskürtecek dik duruşa sahip değil artık. Çünkü, iş birliği yapmak zorunda olduğu çevreler ile yeni bir mutabakat sınırları çervesinde hareket etmek zorunda...
Demokrasi sınırlarını çok geride bırakan bir Erdoğan ve AK Parti yönetimi var şimdi karşımızda.
Siyasal varlığını demokratik duruşa değil statükoya dayayan bir iktidardan söz ediyoruz. Böyle bir iktidardan da barış ve demokrasi adına ne beklenir ki?
***
İşte tam bu noktada CHP'den gelen ve Kılıçdaroğlu'nun yaptığı basın toplantısı ile dile getirilen öneriler içimize su serpecek değerdedir bence...
Kılıçdaroğlu'nun aşağıdaki sözleri son derece önemldir ve dikkate alınmalıdır:
"Gelin, askerimizin kara harekatını Kobani’nin kurtarılması ve IŞİD’ten temizlenmesi amacıyla sınırlandıralım. Tezkereyi hemen çıkaralım böylece halkımızın akrabalarını IŞİD’in öldürmesine izin vermeyelim.
Askerimizi derhal geri çekeceğimizi de taahhüt edelim. Tezkereden yabancı asker konuşlandırma maddesini çıkaralım. Hava harekatları için işbirliği sağlayabileceği maddeyi koyalım. Böylece herkes hedefi ve kapsamı belli olan bir tezkereyi benimsesin. Biz de CHP olarak her türlü desteği verelim.
İç barışımızın yeniden tesisine gelince, çözüm süreci denen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi yayılmacı hülyasını gerçekleştirinceye kadar Kürt vatandaşlarımızı oyalama egzersizi artık boş çıkmıştır. CHP toplumsal barışın tehditte bulunduğu bu dönemde, kimsenin aldatılmadığı çoğulcu bir çözüm zemininin Meclis’te taşınması konusunda sorumluluğu yerine getirecektir."
Görülüyor ki hem IŞİD karşısındaki oportunist AKP politikaları hem de yaratılan gerginliklerle kopma noktasına gelen barış süreci müzakereleri için artık yeni bir çözüm umudu doğmuştur.
Umarım CHP bu tavrını kendi tabanına ve Kürt halkına başarılı bir şekilde izah eder ve AKP oyunu bozulur...
CHP içinde kurultay sonrası güç kazanan duyarlı, yenileşmeden yana bir takım insanların yeni CHP'e etkin olmaya başlamalarını görmek gerçekten sevindirici...
Hükümetin Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın başbakanlığı döneminden miras kalan Suriye politikası bilindiği gibi hem Esad'ın devrilmesine hem de Rojova'daki demokratik kürt yönetimine karşı bir mücadele vermeye yönelikti.
Bölgede itibar ve üstünlük kazanmak, bunu da Müslüman Kardeşler ittifakı üzerinden başarma hayalleri taşıyan bu politika Esad'ın devrilmesine karşı mesafeli duran Batı'lı dostlarınca tasdik görmedi. Sonuç olarak, Ortadoğu'da yalnızlaşma süreci hükümeti çaresiz bıraktı.
"Değerli yalnızlık" böyle bir politikanın sloganı oldu...
Ne var ki IŞİD'in Irak'tan çekilip Rojova'ya yönelen saldırganlığı Erdoğan Hükümeti tarafından yeni bir fırsat olarak görüldü.
Şimdi ikili bir oyun oynanacaktı...
Bir yandan IŞİD'in elindeki rehineler bahane edilerek, müdahale yapmak isteyen koalsiyon güçlerine istenen destek verilmeyecekti...
Öte yandan ise Rojova Devrimi ile sağlanan Kürt kazanımlarını, batılı ortaklarını da ikna ederek, doğrudan bir müdahele ile yok etme planı devreye sokulacaktı.
Bu plan işlemedi. Ama diğer yandan IŞİD'in katliam yaparak ilerlemesine ve güçlenmesine göz yumuldu.
IŞİD'in elinden rehineler kurtarıldıktan sonra ise asıl amacın yine IŞİD ile mücadele olmayıp PYD, yani Batı Kürdistan yönetimi olduğu daha iyi anlaşıldı.
IŞİD canavarlığından kaçan Kobani'li kürt sığınmacıların ise daha sonra sınırımızı geçmelerine göz yumulması kararı PYD'yi sınır ötesinde itibarsız ve yalnız bırakma amacıyla alındı. Bu nedenle PYD'nin bütün silah yardımı çağrılarına, "daha fazla ne yapalım, bundan da siz sorumlusunuz" denilerek cevap verildi.
İŞİD tarafından ordusu yok edilecek bir Rojova'nın, Kürtlerin barış müzakerelerinde elini zayıflatacağı, bölgedeki moral üstünlüğünü yok edeceği düşünüldü...
Burada Erdoğan ve Hükümetin, çok yönlü hesaplar içinde olduğu da gözden kaçmıyor...
Koalisyon ortaklarına şartlı destek ileri sürererek işi yokuşa sürerken içerde ise yaygınlaşması beklenen kürt aleyhtarlığını kullanıp Kürt politikasında geleneksel çizgiye çekilmek isteniyor, Ülkücü kartı devreye sokuluyor...
Böylece başta askerler olmak üzere Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine duyulan hazımsızlığı bu kez Suriye'nin kuzeyinde yaşamak istemeyenleri kendi safında görmek, somut ilerlemenin sağlanmasına engel saydığı kürt siyasi mücadelesini görmemezlikten gelerek çatışmacı ve oyalayıcı bir taktikle, barış sürecinin adil bir şekilde sonuçlanmasından rahatsızlık duyan çevreleri, kurumları rahatlatmak istiyor...
Yükselen toplumsal kırılmanın yansıması olarak yaşanacak kargaşa ve çatışmalar herkesi korkutuyor. Bunun arkasından kaçınılmaz olarak gelecek müdaheleci bir zihniyetin yeniden hortlaması ihtimali herkesin kanını donduracak bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor.
Öcalan'nın pek dikkate alnmayan "Darbe tehlikesi" uyarısı aslında hükümetin izlediği tutumun perde arkasını anlamamızı sağlıyor...
AK Parti ve şimdi Cumhurbaşkanlığı makamında gücünü arttırma hazırlıkları yapan lideri böyle bir tehditi eskiden olduğu gibi cesurca geri püskürtecek dik duruşa sahip değil artık. Çünkü, iş birliği yapmak zorunda olduğu çevreler ile yeni bir mutabakat sınırları çervesinde hareket etmek zorunda...
Demokrasi sınırlarını çok geride bırakan bir Erdoğan ve AK Parti yönetimi var şimdi karşımızda.
Siyasal varlığını demokratik duruşa değil statükoya dayayan bir iktidardan söz ediyoruz. Böyle bir iktidardan da barış ve demokrasi adına ne beklenir ki?
***
İşte tam bu noktada CHP'den gelen ve Kılıçdaroğlu'nun yaptığı basın toplantısı ile dile getirilen öneriler içimize su serpecek değerdedir bence...
Kılıçdaroğlu'nun aşağıdaki sözleri son derece önemldir ve dikkate alınmalıdır:
"Gelin, askerimizin kara harekatını Kobani’nin kurtarılması ve IŞİD’ten temizlenmesi amacıyla sınırlandıralım. Tezkereyi hemen çıkaralım böylece halkımızın akrabalarını IŞİD’in öldürmesine izin vermeyelim.
Askerimizi derhal geri çekeceğimizi de taahhüt edelim. Tezkereden yabancı asker konuşlandırma maddesini çıkaralım. Hava harekatları için işbirliği sağlayabileceği maddeyi koyalım. Böylece herkes hedefi ve kapsamı belli olan bir tezkereyi benimsesin. Biz de CHP olarak her türlü desteği verelim.
İç barışımızın yeniden tesisine gelince, çözüm süreci denen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi yayılmacı hülyasını gerçekleştirinceye kadar Kürt vatandaşlarımızı oyalama egzersizi artık boş çıkmıştır. CHP toplumsal barışın tehditte bulunduğu bu dönemde, kimsenin aldatılmadığı çoğulcu bir çözüm zemininin Meclis’te taşınması konusunda sorumluluğu yerine getirecektir."
Görülüyor ki hem IŞİD karşısındaki oportunist AKP politikaları hem de yaratılan gerginliklerle kopma noktasına gelen barış süreci müzakereleri için artık yeni bir çözüm umudu doğmuştur.
Umarım CHP bu tavrını kendi tabanına ve Kürt halkına başarılı bir şekilde izah eder ve AKP oyunu bozulur...
6 Eylül 2014 Cumartesi
Bir çıkış yolu halâ var mi?
Fakirleşen veya fakirlikten kurtulamayan kitleler AKP'nin ve onun liderinin peşinden gitmekten neden vazgeçmiyorlar ?
Bu soruya ötekileştirici, ayrıştırmacı bir cevap verilirse bu kitlelerin desteğinin ömür billah alınamayacağı bilinmeli
Bu hem sosyalistler hem de sosyal demokratlar için geçerli.
CHP'de yapılan muhafazakarlaşma tartışmalarında da bir anlamda görülen bu. Cumhuriyetin ilkelerine sadakat, her şeyden önemli olduğunda size oy vermeyenlere kendinizi anlatmanız taviz vermeyi gerektirmeli mi, yoksa yapılacak başka işler var mı?
Bu kitlenin size güvenmesi için bölüşüm kavgasının, bir hak arayışının içinde vereceği mücadelenin politik araçlarını keşfetmesi gerekir. Bu da sol partilerin toplumsal tabanda yoksul kesimlerle nasıl iletişim kurduklarıyla, onlara nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini anlatabilmeleriyle ilgili bir yönüyle. Onları çervreleyen dini, kültürel geleneksel yapılar, alışkanlıklar, maddi hayatı idame ettirme kaygıları, bütün bunlar bir bütün olarak yüzlerinin size dönük olmasını engelleyebilir.
Ne yazik ki kurulu sistemden radikal bir sıçramaya tekabül eden devrimci bir anlayış bu hareketin sahibi olması gereken sınıfın sosyolojisindeki değişen değerler dünyası ile örtüşmüyor pek. Bütün kapitalist ülkeler icin geçerli bu dediğim. Bu nedenler günümüzde başta sosyalist solun muhalafet tabanını genişletmesi, sınıfsal karakterini yitirmeden daha kapsayıcı bir emek kavramını ezilen, yoksul, mağdur kitle tabanında yeniden tanımlayarak yeni bir sol anlayışa evrilmesi zorunlu.
Peki bu mümkün mü?
Evet. Ama çok zor bir geçitten geçeceğimiz kesin.
Bir yanıyla hukuku hiçe sayan, dediğim dedik bir otoriterleşmeyi sağlama alacak yenileşme adı altında yutturulan eskiye, yani güçlü devlet-itaatkar topluma yönelik restorasyon hazırlığı, öte yanda muhalefet yapacak unsurların ortak bileşenler olarak bir araya gelmesindeki zorluklar, hepsi iç içe bu süreci karmaşık hale getirmeye yetiyor.
Türkiye bir anlamda siyaset yapma kapasitesini test edecek bir sıçrama yapamazsa bu sıkışıklıktan rahat bir şekilde çıkamayacak...
CHP'de yakında yapılacak iç hesaplaşmadan çıkacak sonuçlar bu açıdan önemli.
CHP doğru muhalafet yapmayı fikir temelinde kavramsal yaratıcılık adına başarabilecek mi yoksa kurultay platformu yeni bir dengeleme ile ihtiyatı elden bırakmayacak statükocu bir çözüme mi razı olacak, göreceğiz...
Bunun yanında barış süreci için yürütülmesi umulan müzakere sürecinin eşitlikçi, adil bir çözüme ne kadar yakın olduğu da tartışılmaya devam edilecek.
2015 seçimlerinin hazırlıkları yapılan restorasyona fırsat tanıyacak bir konsolidasyonu sağlayacağı henüz kesin değil.
Öte yandan bütün bu süreç içinde iktidardaki tek adam yönetimin yasal çerçeveyi bile beklemeden başlattığı ve tırmandıracağı müdaheleci uygulamaların siyasal ve toplumsal hayatı nasıl gereceğini, kurumsal yapıların nasıl içinden çıkılmaz bir hal alacağını, güven sorununun nasıl ciddi boyutlara tırmanacağını hatırlatmaya gerek yok...
Bütün bu karmaşa altında barış sürecinin toplumsal desteğinin yara alacağını, yıpranacağını, kutuplaştırıcı söylemleri tahrik edeceğini eklemekte fayda var.
Bu kaygı verici bir tablo mudur? Evet öyle.
Bütün bunlara rağmen iyimser olmak zorunda mıyız. Evet öyle.
Bundan sonra yapılacak tek şey kalıyor geriye: Sosyal demokratı, sosyalist solu ile bütün muhalefetin daha iyi bir demokrasi, hak ve adalet, eşitlik, daha çok özgürlük, halklar arasında kardeşlik ilkelerine bağlı kalarak, milliyetçi olmadan milliyetler arası beraberliği kuracak kararlı bir irade etrafında toplanması için çalışmak, destek vermek, katkıda bulunmak.
Cumhuriyetin daha fazla ertelenmesi imkansız hale gelmiş ihtiyaçlara göre yeniden yapılanması, AKP'in iktidarını perçinlemeye yarayan insiyatif kullanma refleksini dışarda bırakarak yukarda anlattığım ilkesel tutumu benimsemis, bunun için güç birliği yapmış bir solun iktidara gelmesiyle, mücadelesi ile olmalıdır. Bunun mümkün olabileceğinin bir işareti Gezi eylemlerinde görüldü.
Yeni dönem ülkede demokratikleşmenin ve dayanışmanın bu vazgeçilmezliğini savunan barışçı, kucaklayıcı, nefret söylemini toprağa gömmüş, geçmişle hesaplaşmış; eşitlikci, laik bir hukuk sistemini isteyenlerin seslerini yükselteceği bir dönem olmak zorundadır.
Bu soruya ötekileştirici, ayrıştırmacı bir cevap verilirse bu kitlelerin desteğinin ömür billah alınamayacağı bilinmeli
Bu hem sosyalistler hem de sosyal demokratlar için geçerli.
CHP'de yapılan muhafazakarlaşma tartışmalarında da bir anlamda görülen bu. Cumhuriyetin ilkelerine sadakat, her şeyden önemli olduğunda size oy vermeyenlere kendinizi anlatmanız taviz vermeyi gerektirmeli mi, yoksa yapılacak başka işler var mı?
Bu kitlenin size güvenmesi için bölüşüm kavgasının, bir hak arayışının içinde vereceği mücadelenin politik araçlarını keşfetmesi gerekir. Bu da sol partilerin toplumsal tabanda yoksul kesimlerle nasıl iletişim kurduklarıyla, onlara nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini anlatabilmeleriyle ilgili bir yönüyle. Onları çervreleyen dini, kültürel geleneksel yapılar, alışkanlıklar, maddi hayatı idame ettirme kaygıları, bütün bunlar bir bütün olarak yüzlerinin size dönük olmasını engelleyebilir.
Ne yazik ki kurulu sistemden radikal bir sıçramaya tekabül eden devrimci bir anlayış bu hareketin sahibi olması gereken sınıfın sosyolojisindeki değişen değerler dünyası ile örtüşmüyor pek. Bütün kapitalist ülkeler icin geçerli bu dediğim. Bu nedenler günümüzde başta sosyalist solun muhalafet tabanını genişletmesi, sınıfsal karakterini yitirmeden daha kapsayıcı bir emek kavramını ezilen, yoksul, mağdur kitle tabanında yeniden tanımlayarak yeni bir sol anlayışa evrilmesi zorunlu.
Peki bu mümkün mü?
Evet. Ama çok zor bir geçitten geçeceğimiz kesin.
Bir yanıyla hukuku hiçe sayan, dediğim dedik bir otoriterleşmeyi sağlama alacak yenileşme adı altında yutturulan eskiye, yani güçlü devlet-itaatkar topluma yönelik restorasyon hazırlığı, öte yanda muhalefet yapacak unsurların ortak bileşenler olarak bir araya gelmesindeki zorluklar, hepsi iç içe bu süreci karmaşık hale getirmeye yetiyor.
Türkiye bir anlamda siyaset yapma kapasitesini test edecek bir sıçrama yapamazsa bu sıkışıklıktan rahat bir şekilde çıkamayacak...
CHP'de yakında yapılacak iç hesaplaşmadan çıkacak sonuçlar bu açıdan önemli.
CHP doğru muhalafet yapmayı fikir temelinde kavramsal yaratıcılık adına başarabilecek mi yoksa kurultay platformu yeni bir dengeleme ile ihtiyatı elden bırakmayacak statükocu bir çözüme mi razı olacak, göreceğiz...
Bunun yanında barış süreci için yürütülmesi umulan müzakere sürecinin eşitlikçi, adil bir çözüme ne kadar yakın olduğu da tartışılmaya devam edilecek.
2015 seçimlerinin hazırlıkları yapılan restorasyona fırsat tanıyacak bir konsolidasyonu sağlayacağı henüz kesin değil.
Öte yandan bütün bu süreç içinde iktidardaki tek adam yönetimin yasal çerçeveyi bile beklemeden başlattığı ve tırmandıracağı müdaheleci uygulamaların siyasal ve toplumsal hayatı nasıl gereceğini, kurumsal yapıların nasıl içinden çıkılmaz bir hal alacağını, güven sorununun nasıl ciddi boyutlara tırmanacağını hatırlatmaya gerek yok...
Bütün bu karmaşa altında barış sürecinin toplumsal desteğinin yara alacağını, yıpranacağını, kutuplaştırıcı söylemleri tahrik edeceğini eklemekte fayda var.
Bu kaygı verici bir tablo mudur? Evet öyle.
Bütün bunlara rağmen iyimser olmak zorunda mıyız. Evet öyle.
Bundan sonra yapılacak tek şey kalıyor geriye: Sosyal demokratı, sosyalist solu ile bütün muhalefetin daha iyi bir demokrasi, hak ve adalet, eşitlik, daha çok özgürlük, halklar arasında kardeşlik ilkelerine bağlı kalarak, milliyetçi olmadan milliyetler arası beraberliği kuracak kararlı bir irade etrafında toplanması için çalışmak, destek vermek, katkıda bulunmak.
Cumhuriyetin daha fazla ertelenmesi imkansız hale gelmiş ihtiyaçlara göre yeniden yapılanması, AKP'in iktidarını perçinlemeye yarayan insiyatif kullanma refleksini dışarda bırakarak yukarda anlattığım ilkesel tutumu benimsemis, bunun için güç birliği yapmış bir solun iktidara gelmesiyle, mücadelesi ile olmalıdır. Bunun mümkün olabileceğinin bir işareti Gezi eylemlerinde görüldü.
Yeni dönem ülkede demokratikleşmenin ve dayanışmanın bu vazgeçilmezliğini savunan barışçı, kucaklayıcı, nefret söylemini toprağa gömmüş, geçmişle hesaplaşmış; eşitlikci, laik bir hukuk sistemini isteyenlerin seslerini yükselteceği bir dönem olmak zorundadır.
30 Temmuz 2014 Çarşamba
Tehlikenin Farkında mısınız?
Tehlikenin kapıda olduğunu söylüyorum, yazıyorum. Sessiz kalmak ağrıma gidiyor.
Ne kadar ciddiye alınıyor söyledikleri benim gibi düşünenlerin, bilmiyorum. Medyadan izlediğim kadarıyla, toplumda heyecanlı bir tartışmanın falan yapıldığı yok!
Dur bakalım, ne olacak?
Genel tavır sanki bu.
Sonucu şimdiden kesinmiş gibi görünen bir seçime gidiyoruz diyenlerin kafası karışık bu yüzden.
Kimileriyse tepkisini kendisini rahatlatacak söylemlerle yansıtma peşinde:
Ya boykot kararı alarak, bileşen olmayı kabul etmeyen kimi sol grupların tavırlarında olduğu gibi; ya da böyle birine oy vermem diyerek, yıllardır aile mirası gibi benimsediği partisine küsenlerde görüldüğü gibi...
Solda bu konuda ilkeleriyle tutarlı davranan bir tek HDK hareketi ve onun siyasal örgütü HDP var. Demirtaş samimiyetle radikal bir demokrasinin tarifini yaparken sol açılımı, karşı çıkılan bu sistemin yanında ayrı bir yere oturtuyor. Biz buyuz diyerek.
Oyu kendisi için değil, solun evrensel ilkeleri adına, kalıcı bir barış ve adil bir sistem için istiyor.
Bu yüzden gönlümdeki desteği hak ediyor.
Ama bana bu da yetmiyor...
Ben ve benim gibi düşünenler ise "durun şimdi yapılacak daha önemli bir işimiz var" diyor.
İlkesizlik mi, tutarsızlık mı? Asla!
Yıllardır demokratik hakları vermeyi ıskalamış, başta kürt sorunu olmak üzere kalıcı bir barışın acil eylem planını hayata geçirmekte AKP'nin gerisine düşmüş bir CHP'ye güvendiğim için mi? Asla!
MHP'nin beslendiği saplantılı milliyetçi öfkenin, AKP'yi aratacak bir barış düşmanlığını körükleyeceğini bilmediğimden mi? Asla!
Erdoğan'a alternatif olan adaylardan hangisi kazansa mevcut hükümet devam edecek. Ne Demirtaş kazansa "radikal demokrasi" birden bire yerleşecek, ne de İhsanoğlu kazansa yargı sistemi birden bire normalleşip, devletin organları hukuk kurallarına uygun çalışmaya başlayacak...
Ama AKP adayı kazanırsa ne olacak?
Bu sorunun cevabı "adayımız kazanmazsa da seçimden güçlenerek çıkarız, sesimizi duyururuz, iş daha yeni başlıyor" ise tercihinizi buna göre yapacaksınız demektir.
Yok, cevabınız başka türlüyse ve "ben dindar bir muhafazakarı devletin başında görmek istemiyorum" diyorsanız tercihinizi buna göre yapacaksınız...
Garip bir seçim bu...
Dünyanın pek az ülkesinde ve herhalde demokrasinin henüz yerleşmediği ülkelerde yaşanır böyle şeyler...
Halk oylaması ile anayasada görev ve yetkileri belirlenmiş bir cumhurbaşkanı seçilecek, ama adaylardan birisi hala başbakan! Ve bu başbakan "ben seçilirsem bu anayasaya göre yemin ederim ama ötekiler gibi yapmam, yetkilerimi bildiğim gibi kullanırım" diyerek anayasanın çizdiği çerçeveyi aşmak için yetki isteyecek...
Bilmeyen de bir cumhurbaşkanı seçimi değil, anayasa oylaması yapıldığını sanır memlekette...
Adaylardan birisi 12 yıldır devletin başında olmanın avantajları ile yarışa başlamış, müthiş bir "parayı ver-düdüğü çal" sarmalıyla çalışan bir mekanizmanın temsilcisi.
Seçim propagandası için ayarlanmış açılış törenleri, kanunu delmek için işçilerden zorla toplanan bağışlar, devlet ihaleleri üzerinden belli bir siyasi partiye ayrıcalık tanıyan bir "demokrasi" komedisi. İşleri bu!
Diğer adaylardan biri ise her çevreden yumurta yağmuru altında! Söylenenler malum.
Böyle bir seçim normal bir demokraside olamaz zaten...
Bu yaşanan başka bir şey...
Bu bir oligarklar cumhuriyetinin "yeniden kuruluş" operasyonu...
Demirtaş için açılan hesapta toplanan 500 bin liranın, İhsanoğlu için açılan hesapta toplanan 2 milyon liranın yanında bunun daha fazlasının tek bir kişi tarafından Erdoğan'a verildiği haberlerinin konuşulduğu bir tahkim(sağlamlaştırma) operasyonu...
Demokratik olmayan bir seçimin karşısında demokrasi için ne yapabiliriz demenin, hukukun rafa kaldırıldığı bir sistemde gerçek bir hukuk devletini nasıl inşa ederiz sorusunun, dediğim dedik bir müdahaleci zihniyete karşı özgürlüklerimizi nasıl koruyabiliriz, nasıl genişletebiliriz endişesinin konuşulması gereken bir seçim bu.
"Ekmek için Ekmeleddin" sloganı bu beklentilere uygun bir yere oturmuyor, biliyorum...
Arkasındaki muhalefetin demokratik bir Türkiye'yi yaratacak soluğu, potansiyeli yok da ondan bu...
Ama bu seçim her şeye rağmen Erdoğan ve ekibinin istediği şekilde sonuçlanmamalı...
Erdoğan ve AKP bu kez tökezlemeli...
Tek bildiğim kesin doğru bu...
Ne kadar ciddiye alınıyor söyledikleri benim gibi düşünenlerin, bilmiyorum. Medyadan izlediğim kadarıyla, toplumda heyecanlı bir tartışmanın falan yapıldığı yok!
Dur bakalım, ne olacak?
Genel tavır sanki bu.
Sonucu şimdiden kesinmiş gibi görünen bir seçime gidiyoruz diyenlerin kafası karışık bu yüzden.
Kimileriyse tepkisini kendisini rahatlatacak söylemlerle yansıtma peşinde:
Ya boykot kararı alarak, bileşen olmayı kabul etmeyen kimi sol grupların tavırlarında olduğu gibi; ya da böyle birine oy vermem diyerek, yıllardır aile mirası gibi benimsediği partisine küsenlerde görüldüğü gibi...
Solda bu konuda ilkeleriyle tutarlı davranan bir tek HDK hareketi ve onun siyasal örgütü HDP var. Demirtaş samimiyetle radikal bir demokrasinin tarifini yaparken sol açılımı, karşı çıkılan bu sistemin yanında ayrı bir yere oturtuyor. Biz buyuz diyerek.
Oyu kendisi için değil, solun evrensel ilkeleri adına, kalıcı bir barış ve adil bir sistem için istiyor.
Bu yüzden gönlümdeki desteği hak ediyor.
Ama bana bu da yetmiyor...
Ben ve benim gibi düşünenler ise "durun şimdi yapılacak daha önemli bir işimiz var" diyor.
İlkesizlik mi, tutarsızlık mı? Asla!
Yıllardır demokratik hakları vermeyi ıskalamış, başta kürt sorunu olmak üzere kalıcı bir barışın acil eylem planını hayata geçirmekte AKP'nin gerisine düşmüş bir CHP'ye güvendiğim için mi? Asla!
MHP'nin beslendiği saplantılı milliyetçi öfkenin, AKP'yi aratacak bir barış düşmanlığını körükleyeceğini bilmediğimden mi? Asla!
Erdoğan'a alternatif olan adaylardan hangisi kazansa mevcut hükümet devam edecek. Ne Demirtaş kazansa "radikal demokrasi" birden bire yerleşecek, ne de İhsanoğlu kazansa yargı sistemi birden bire normalleşip, devletin organları hukuk kurallarına uygun çalışmaya başlayacak...
Ama AKP adayı kazanırsa ne olacak?
Bu sorunun cevabı "adayımız kazanmazsa da seçimden güçlenerek çıkarız, sesimizi duyururuz, iş daha yeni başlıyor" ise tercihinizi buna göre yapacaksınız demektir.
Yok, cevabınız başka türlüyse ve "ben dindar bir muhafazakarı devletin başında görmek istemiyorum" diyorsanız tercihinizi buna göre yapacaksınız...
Garip bir seçim bu...
Dünyanın pek az ülkesinde ve herhalde demokrasinin henüz yerleşmediği ülkelerde yaşanır böyle şeyler...
Halk oylaması ile anayasada görev ve yetkileri belirlenmiş bir cumhurbaşkanı seçilecek, ama adaylardan birisi hala başbakan! Ve bu başbakan "ben seçilirsem bu anayasaya göre yemin ederim ama ötekiler gibi yapmam, yetkilerimi bildiğim gibi kullanırım" diyerek anayasanın çizdiği çerçeveyi aşmak için yetki isteyecek...
Bilmeyen de bir cumhurbaşkanı seçimi değil, anayasa oylaması yapıldığını sanır memlekette...
Adaylardan birisi 12 yıldır devletin başında olmanın avantajları ile yarışa başlamış, müthiş bir "parayı ver-düdüğü çal" sarmalıyla çalışan bir mekanizmanın temsilcisi.
Seçim propagandası için ayarlanmış açılış törenleri, kanunu delmek için işçilerden zorla toplanan bağışlar, devlet ihaleleri üzerinden belli bir siyasi partiye ayrıcalık tanıyan bir "demokrasi" komedisi. İşleri bu!
Diğer adaylardan biri ise her çevreden yumurta yağmuru altında! Söylenenler malum.
Böyle bir seçim normal bir demokraside olamaz zaten...
Bu yaşanan başka bir şey...
Bu bir oligarklar cumhuriyetinin "yeniden kuruluş" operasyonu...
Demirtaş için açılan hesapta toplanan 500 bin liranın, İhsanoğlu için açılan hesapta toplanan 2 milyon liranın yanında bunun daha fazlasının tek bir kişi tarafından Erdoğan'a verildiği haberlerinin konuşulduğu bir tahkim(sağlamlaştırma) operasyonu...
Demokratik olmayan bir seçimin karşısında demokrasi için ne yapabiliriz demenin, hukukun rafa kaldırıldığı bir sistemde gerçek bir hukuk devletini nasıl inşa ederiz sorusunun, dediğim dedik bir müdahaleci zihniyete karşı özgürlüklerimizi nasıl koruyabiliriz, nasıl genişletebiliriz endişesinin konuşulması gereken bir seçim bu.
"Ekmek için Ekmeleddin" sloganı bu beklentilere uygun bir yere oturmuyor, biliyorum...
Arkasındaki muhalefetin demokratik bir Türkiye'yi yaratacak soluğu, potansiyeli yok da ondan bu...
Ama bu seçim her şeye rağmen Erdoğan ve ekibinin istediği şekilde sonuçlanmamalı...
Erdoğan ve AKP bu kez tökezlemeli...
Tek bildiğim kesin doğru bu...
14 Temmuz 2014 Pazartesi
Ekmek çarpsın samimi bir yazı bu
Yanlış anlama olmasın diye baştan söyleyeyim, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun sonuna kadar arkasındayım.
Oyumu ona vereceğimi daha önce ilan etmiştim. İnanmayanlar facebook sayfamdaki ilgili bölümlere bakabilir.
Oyumu bizim partiden kovulma riskini bile göze alarak Ekmel beye vereceğimi korkmadan yeniden söylüyorum işte:
Oyum Ekmelleddin beye...
Ekmek çarpsın!
Ama itiraf edeyim başlangıçta şu "Ekmek İçin Ekmeleddin" lafına hiç ısınamadım.
"Ekmek" fiili ile yenilen "Ekmek" arasında gidip geldim bir süre.
Sonra anlaşıldı ki iki anlamda da kullanılıyormuş bu sözcük.
Yani ikisi bir arada...
"Böyle berbat bir slogan olur mu, Ekmel beye yol gösterecek biri yok mu, CHP'liler uyuyor mu" gibi teranelerle yıkıldı ortalık. Gırgırın bini bin para ayrıca. Millete eğlence çıkmış sanki. Her gece televizyon(lar)da "Yandan halimem yandan, seviyorum seni candan" şarkısını dillerinden düşürmeyen yazarlar, uzmanlar, bilirkişiler nasıl eğleniyorlar, nasıl eğleniyorlar bir görseniz!
Allah neşelerini eksik etmesin diyorum.
Ben de aynı evhama kapılanlardan biriydim ve de "susma sustukça sıra sana gelecek" şiarına uyarak bu rezalete bir dur diyenlerden olmak için kolları sıvayıp tableti kucağıma aldım.
Ekmel beyin iki tane twitter hesabı var, ikisine de ayrı ayrı şakımaya başladım...Şakıdıkça kendimi alamıyordum, aklıma bir tane daha tweet geliyor, onu yazıyordum. Biri bitiyor başka bir tweet daha geliyordu aklıma, üşenmeden onu da iki hesaba gönderiyordum. Adamcağızın dikkatine çeker, belki yanlıştan döndürürüm umudu!
"Yalana değil, İhsanoğlu'na inanın demek aklınıza gelmedi mi?"
"Sağduyunun sesi İhsanoğlu demek aklınıza gelmedi mi?"
"Halk efendisini değil cumhurbaşkanını seçiyor demek aklınıza gelmedi mi?"
"Allahtan başka kimseye kulluk edilmez. Oylar İhsanoğlu'na demek aklınıza gelmedi mi?"
"Sessizlerin gücü Ekmeleddin İhsanoğlu demek aklınıza gelmedi mi?" diyordum, diyordum da acaba kendimi mi kandırıyordum?
Tabi bunları paylaştığımı gören partili arkadaşlarımdan yediğim zılgıtların haddi hesabı yoktu. Ne dönekliğim kaldı ne saflığım. Ama derdimi kimseye anlatamadığım için Ekmel beye bir kurban feda olsun diyerek yazmaya devam ettim.
Asıl derdim Ekmel beyin kazanmasıydı.
Bana karşı çıkanlar ikiye ayrılıyorlardı kendi aralarında:
A şıkkına girenler "fikirsel bütünselliğin diyalektiği" teorisine uygun hareket edenlerden oluşuyordu.
Böyleleri benim gibilerine canhıraş söyleniyorlardı. "Dengesini kaybetmiş biri" olarak kendi hesaplarına uyan taraflarının hangi denge üzerine inşa edildiğini sorunca müthiş kızdıklarından kovulmaktan beter edildim.
B şıkkına girenler ise bilerek Ekmel beyin tökezlemesine ses çıkarmayanlar ve bu konuda aralarında gizli toplantılar yapanlardı. Böylelerinin "refleksif kemalizm sendromu" diye tarih terminolojisine mal olan rahatsızlıkları beni derinden endişelendiriyordu ama elimden bir şey gelmiyordu.Neyse ki bu aralar kendi aralarında biraz bölündüklerinden benle fazla uğraşmıyorlar...
Onlara inat ben Ekmel beye yapma-etme diyenlerden olmaya devam ediyorum...
Ediyordum diyecektim, yanlış söyledim.
Meğer korkum boşunaymış...
"Ekmek için Ekmeleddin" sologanı bana ve benim gibi aklıevellere acemice görünse de halk tarafından müthiş benimsenmiş. Sevinerek öğrenmiş bulunuyorum.
Bu arada yine öğreniyorum ki, kabahat Ekmel bey'de değilmiş...
Adamcağız bu işi yapacak donanımdaki ajansların kapılarını çalmış baştan...
Ama "bizim büyük yerlerle büyük bağlantılarımız var" diyerek geri çevirmişler teklifini.
İş başa kalmış anlayacağınız.
Gönüllülerden oluşan gazeteci, iletişimci 20-30 kişilik bir ekip kurmuşlar, kafa kafaya vermişler...
Niyetleri Ekmel beyi nasıl tanıtırız, adını kafalara nasıl kazırız olmuş öncelikle anladığım kadarıyla...
Karşısında 12 yıldır ülkeyi yöneten, bütün olanakları kendi lehine çevirebilen, geleceğini geçmişteki icraatının üzerine inşa etmeye çalışan kurt bir politikacı var. İktidarını korumak için her türlü desteği veren ordusu ile devasa bir şirket sanki Başbakan. Seçim yasasını da seçimlerin tarihine de buna göre belirlemiş...Yolsuzluk dosyaları kabarık bakanlarını sorgulayacak komisyonu geciktirip seçime girecek adaylara bağış limiti koyarak vatandaşla alay eder gibi hukuktan yana görünmek de aynı başbakanın buluşlarından biri olsa gerek.
Daha trajik olan ne biliyor musunuz?
Normal bir demokraside en az 2 yıl öncesinden başlayan seçim kampanyasını 1 ay gibi bir süreye sıkıştırdıktan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini 12 yıllık icraatı üzerine bina ederek Başkanlık sistemi için oylamaya dönüştürmek başka kimin aklına gelirdi?
Böyle bir hileli seçime "Yeni Türkiye" adına girmek ise nasıl bir kaderdir?
İşte benim kafamı yoran, uykularımı kaçıran bu tür garip soruları Ekmel beyin takım arkadaşları da kendi aralarında tartışmış olmalılar ki oturup, bir karar vermişler:
Biz normal bir seçime mi hazırlanıyoruz allah aşkına?
Kiminle aşık atıyoruz?
En mükemmel söylemi, sloganı, logoyu bulsak bile bir ayda kimsenin tanımadığı birini nasıl seçtirebiliriz?
Evet sanırım bu kaygıyla yola çıkılmış olmalı...
İş ondan sonra kimsenin beğenmediği slogana gelip dayanıyor. Kendi aralarında fikir jimnastiği yaparlarken birisi bir şey uyduruyor, herkesin hoşuna gidiyor...
Ekmel beye de soruyorlar...
O da "zaten bana çocukken somun" derlerdi diyor...
***
Yani sevgili okuyucular, demem o ki biz bu garip sloganı nasıl buldular diye hayıflanırken asıl garipliğin bu nasıl bir seçimdir dememiz gerektiğini söylemeyi
unutuyoruz sanki...
Benim de işin başında kapıldığım karamsarlığın nedeni bu gerçeği atlamam...
İş böyle olunca "Ekmek için Ekmeleddin" demek bana fazla batmıyor artık...
Hem biliyorsunuz bizler, yani Türkü, Kürdü, Çerkesi, Arnavutu, Süryanisi, Lazı, Alevisi, Ermenisi, Rumu, Arabı ekmek olmayınca sofradan doyarak kalkmayız...
Pilavı bile ekmekle yiyen bir milletiz. Şimdi kimi aklıevveller zenginleşen Türkiye'de ekmek ile seçim propagandası yapılır mı diyecekler.
Yapılır efendim.
Ekmek bu kez aslanın ağzında!
Bal gibi yapılır...
Ekmek düşmanları çok aramızda!
Ekmek kapısı için diyar diyar dolaşan bir milletiz, unutmayın...
Ekmeğimizi taştan çıkartırız inanın...
Ekmek elden su gölden diyenlere bu kez fırsat vermeyeceğiz, bilsinler...
Bu millet ekmeğine göz koyanları affetmez...
Zaman birlik olma zamanı.
Birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim derim...
Ekmeği ayağımızla tepmeyelim bu kez.
Ekmeğini eline alıp başkalarına muhtaç kalmayanları bir bir hatırlayalım...
Tekrar ediyorum, ekmek aslanın ağzında bu kez.
Ama onu aslana yedirmeyelim...
Unutmayalım: Ekmek kalede, it hendekte değil artık.
20 Haziran 2014 Cuma
Ekmel Bey'e Saldırınin Arka plani
E.ihsanoglu'nu karalama kampanyası hemen başladı...
Hedef CHP kitlesini zayıf yerlerinden vurup adayı sectirmemek...
Kimler bu işe soyundu?
Erdoğan' a karşı en sert muhalefeti yapan, ulusalci Doğu Perinçek'in Aydınlık Gazetesi, ve ulusalci Soner Yalçın'in Odatv'si ve CHP lilerin cok severek okuduğu Sözcü gazetesi...
Amaçları bilinmeyen Ihsanoğlu'nu anlamak, anlatmak değil, kafalarindaki senaryoya göre zihin kayması yaptırmak.
Bu arada ön yargılar, eksik bilgilendirmeler, bağlamından kopartılan örnekler ile karalamlar yapmış olmak hic onemli degil.
Hedef varsa yoksa CHP tabanındaki endişe ve şüpheleri fırsat bilerek kuşkulari tepkiye çevirmek...
Bunu yaparken de bu kampanyanin Erdoğan'nin işine yarayacağıni soyleyerek bir başka carpitma ile masumiyet oyunu oynamak...
Bu goygoyculuk, oprtunizm türü oyunlari benim kuşağım cok iyi bilir...
Biz bu Maocu artığı yaygaraci leşleri cok iyi tanırız...
Ihsanoglu'nun eleştirilecek yanlarıni soylemekle kendini daha iyi hisseden solculuk hastalığından da kurtulamadık bir türlü.
Bu da isin başka bir yönü.
Söylenecek sözü dışında başka bir eylemi olmayanlarin sorumsuzluğuna eyvallah demeye gönlüm razi değil.
Etrafımız kurtlarla dolu...
Erdoğan'nin devri kapaniyor...
Cunmurbaskanligindaki planı bunun nasıl geciktirilebilir oluşunu aramaktan ibaret.
Kazansa bile eninde sonunda gidecek...
Ama daha cok zarar vererek ve can yakarak..
Kazanamama ihtimaline göre de planı var elbet, ama oda sonuçu degistirmeyecek...
Erdoğan döneminin sonuna geldik...Kendi icinde tepismelerin, zıtlaşmalarin dumanı tütüyor artık.
Ortadoğu cemberi icindeki sıkışma da bu sürecin bir sonucu ve hatta etkeni olma yolunda...
Kürtlerle barış sürecinde cuvallamasi da aynı...
Artık kimse Erdoğan giderse daha kötü olur diyecek noktada değil.
Ama bir dakika...
Ergenekon davaları hukuksal zemindeki hatalar nedeniyle simdi geri tepen bir silaha dönüştü.
Onu da yüzlerine gözlerine bulaştırdilar...
Mustafa Kemal'in askerleri artık özgür...
Bu bile bir dönemin kapanışının göstergesi sayılır.
Simdi birileri, iştahla eski Türkiye'deki günlerde kalan statülerini geri kazanma sevdasına düşebilirler...
Iktidara yakınız, engeller azaldı, gün bu gün telaşında firsatlari kaçırmak istemezler...
Kimler onlar?
Belli değil mi goygoycular, oportünistler, daha fazla ad larını vermeme gerek var mı?
Hedef CHP kitlesini zayıf yerlerinden vurup adayı sectirmemek...
Kimler bu işe soyundu?
Erdoğan' a karşı en sert muhalefeti yapan, ulusalci Doğu Perinçek'in Aydınlık Gazetesi, ve ulusalci Soner Yalçın'in Odatv'si ve CHP lilerin cok severek okuduğu Sözcü gazetesi...
Amaçları bilinmeyen Ihsanoğlu'nu anlamak, anlatmak değil, kafalarindaki senaryoya göre zihin kayması yaptırmak.
Bu arada ön yargılar, eksik bilgilendirmeler, bağlamından kopartılan örnekler ile karalamlar yapmış olmak hic onemli degil.
Hedef varsa yoksa CHP tabanındaki endişe ve şüpheleri fırsat bilerek kuşkulari tepkiye çevirmek...
Bunu yaparken de bu kampanyanin Erdoğan'nin işine yarayacağıni soyleyerek bir başka carpitma ile masumiyet oyunu oynamak...
Bu goygoyculuk, oprtunizm türü oyunlari benim kuşağım cok iyi bilir...
Biz bu Maocu artığı yaygaraci leşleri cok iyi tanırız...
Ihsanoglu'nun eleştirilecek yanlarıni soylemekle kendini daha iyi hisseden solculuk hastalığından da kurtulamadık bir türlü.
Bu da isin başka bir yönü.
Söylenecek sözü dışında başka bir eylemi olmayanlarin sorumsuzluğuna eyvallah demeye gönlüm razi değil.
Etrafımız kurtlarla dolu...
Erdoğan'nin devri kapaniyor...
Cunmurbaskanligindaki planı bunun nasıl geciktirilebilir oluşunu aramaktan ibaret.
Kazansa bile eninde sonunda gidecek...
Ama daha cok zarar vererek ve can yakarak..
Kazanamama ihtimaline göre de planı var elbet, ama oda sonuçu degistirmeyecek...
Erdoğan döneminin sonuna geldik...Kendi icinde tepismelerin, zıtlaşmalarin dumanı tütüyor artık.
Ortadoğu cemberi icindeki sıkışma da bu sürecin bir sonucu ve hatta etkeni olma yolunda...
Kürtlerle barış sürecinde cuvallamasi da aynı...
Artık kimse Erdoğan giderse daha kötü olur diyecek noktada değil.
Ama bir dakika...
Ergenekon davaları hukuksal zemindeki hatalar nedeniyle simdi geri tepen bir silaha dönüştü.
Onu da yüzlerine gözlerine bulaştırdilar...
Mustafa Kemal'in askerleri artık özgür...
Bu bile bir dönemin kapanışının göstergesi sayılır.
Simdi birileri, iştahla eski Türkiye'deki günlerde kalan statülerini geri kazanma sevdasına düşebilirler...
Iktidara yakınız, engeller azaldı, gün bu gün telaşında firsatlari kaçırmak istemezler...
Kimler onlar?
Belli değil mi goygoycular, oportünistler, daha fazla ad larını vermeme gerek var mı?
Ekmeleddin Ihsanoğlu
E.İhsanoğlu'nu Google'dan cımbızlama "bilgiler"le değil yakından tanıyan, güvenilir akademisyen ve gazetecilerin ağzından tanımaya başladık. Şimdi daha rahat bazı öngörüler yapabilecek noktaya yaklaşıyoruz.
Bir kere CHP-MHP bir çatı adayını belirlemekle 2.turda otomatikman yaşanacak bir ortak buluşmayı ilk oylama öncesi sağlamakla akıllılık ettiler gibi geliyor bana.
Düşünün, ikinci tura parçlanmış halde % 50 nin altında kalan 3-4 adayla gitmek yerine ilk turu başabaş bitirecek bir çatı adayla gitmek akıllıca bir taktik. İkinci turda kazanmayı garantileyecek ivmeyi yakalama olasılığı daha fazla olacak. Hatırlayın, oyun teorisi dersleri...
İkincisi, Siyasi bir kimliğe sahip olmayışı dezavantaj değil avantaj...Bunun ne demek olduğunu aşağıda tamamını alıntıladığım yazıda okuyacaksınız. C.Çandar ince zekasıyla bunu çok iyi yakalamış, bütünüyle katılıyorum..
Erdoğan'nı alt etmek için onun kutuplaştırıcı, ötekileştirici uslubuna ve yöntemlerine başvurma gereğini duymayacak bir üst aday kimliği taktiksel olarak işe yarayabilir...
Bence en önemlisi, Erdoğan gibi otoriter tek adam yönetimini adım adım güçlendirmek isteyen bir siyasetçiye karşı böyle bir adayla çıkılması bütün "ideal" çözümlerin askıya alınması pahasına daha önceliki olmalı diye düşünenlerdenim..
Elbette burada kilit sorun Kürt sorununun çözümü için başlayan bir sürecin yarıda kalma tehlikesi...Bunun yarattığı endişe zaten İhsanoğlu'na ve CHP'ye gösterilen tepkide kendini belli etti. Hakılılar...
Ama bu konuda peşin hükümle hareket etmek yerine diyalog yollarını açık turmak mantığıma daha uygun geliyor.
Sonuçta Erdoğan'nın seçimi kaybetmesi iktidardan uzaklaşması anlamına gelmeyecek, unutulmamalı...
E.ihsanoğlu da ille de başkanlık sistemi demeyecek onun gibi...
Bir tehlike geri savuşturulacak...
Burnu sürtülen ve tek adamlık iddiasında geri adım attırılacak bir otoriterliğin yenilgisi mümkün mü, onu tartışmalıyız.
Yoksa yolun başındayız daha...
İşimiz yeni başlıyor...
Bir kere CHP-MHP bir çatı adayını belirlemekle 2.turda otomatikman yaşanacak bir ortak buluşmayı ilk oylama öncesi sağlamakla akıllılık ettiler gibi geliyor bana.
Düşünün, ikinci tura parçlanmış halde % 50 nin altında kalan 3-4 adayla gitmek yerine ilk turu başabaş bitirecek bir çatı adayla gitmek akıllıca bir taktik. İkinci turda kazanmayı garantileyecek ivmeyi yakalama olasılığı daha fazla olacak. Hatırlayın, oyun teorisi dersleri...
İkincisi, Siyasi bir kimliğe sahip olmayışı dezavantaj değil avantaj...Bunun ne demek olduğunu aşağıda tamamını alıntıladığım yazıda okuyacaksınız. C.Çandar ince zekasıyla bunu çok iyi yakalamış, bütünüyle katılıyorum..
Erdoğan'nı alt etmek için onun kutuplaştırıcı, ötekileştirici uslubuna ve yöntemlerine başvurma gereğini duymayacak bir üst aday kimliği taktiksel olarak işe yarayabilir...
Bence en önemlisi, Erdoğan gibi otoriter tek adam yönetimini adım adım güçlendirmek isteyen bir siyasetçiye karşı böyle bir adayla çıkılması bütün "ideal" çözümlerin askıya alınması pahasına daha önceliki olmalı diye düşünenlerdenim..
Elbette burada kilit sorun Kürt sorununun çözümü için başlayan bir sürecin yarıda kalma tehlikesi...Bunun yarattığı endişe zaten İhsanoğlu'na ve CHP'ye gösterilen tepkide kendini belli etti. Hakılılar...
Ama bu konuda peşin hükümle hareket etmek yerine diyalog yollarını açık turmak mantığıma daha uygun geliyor.
Sonuçta Erdoğan'nın seçimi kaybetmesi iktidardan uzaklaşması anlamına gelmeyecek, unutulmamalı...
E.ihsanoğlu da ille de başkanlık sistemi demeyecek onun gibi...
Bir tehlike geri savuşturulacak...
Burnu sürtülen ve tek adamlık iddiasında geri adım attırılacak bir otoriterliğin yenilgisi mümkün mü, onu tartışmalıyız.
Yoksa yolun başındayız daha...
İşimiz yeni başlıyor...
8 Ocak 2014 Çarşamba
Buraya nasıl gelindi?
Erdoğan Cemaat ile savaşı birden bire neden başlattı? Gecen yıl 7 Subat'ta kendisine yapılmak istenen komployu unutamadığını düşünsek bile bence asıl nedeni başka bir yerde aramak gerekiyor.
Cemaat ile Erdoğan arasındaki çatışma Erdoğan'nin otoriter politikasının bir sonucu.
Erdoğan 2015'de yapılacak genel seçimden önce bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanı seçimine odaklanmış gözüküyor.
Yetkileri güçlendirilmiş bir devlet başkanlığı modelini hayalinden geçirdiği herkesin malumu. Ancak, Gezi olaylarınden sonra başkanlık şansı epey azalmış görünüyor. Geziye öfkesi bundan kaynaklanıyor zaten. Ama her şeye rağmen Cumhurbaşkan'lığından vazgeçmediği bir gerçek.
Bu ısrarın arkasında bir korku boyutu var.
Ak Parti iktidarı ordunun vesayetini ortadan kaldırmakla ülkedenin kaderini değiştirecek önemli bir yapısal değişime imza attı. Devrim sayılacak nitelikte bir dönüşümdü bu ve elbette eski düzenin savunucuları tarafından tepkiyle karşılandı. Hele Ergenekon yargılamalarındaki usulsüzlükler, hukuk dışı uygulamalar bu tepkinin yayılmasında etkili oldu, Erdoğan ve partisine öfke tırmandı.
Erdoğan o zamanki yargılamalar sırasında yaşanan hukuk dışı uygulamalar nedeniyle Cemaat yanlısı bilinen savcılardan ve hakimlerden hiç şikayetçi değildi. Yapılan haksız göz altına almalara, uzun süreli tutuklamalara göz yumuldu. Dayanıksız suçlamalarla açılan davalara yapılan itirazlara kulak tıkandı.
Ergenekon yargılamaları sırasında ülkede demokratikleşme reformları beklentilerin tersine askıya alındı. Hatta barış sürecinin temelini oluşturacak demokratikleşme adımları Öcalan'ın uzlaşma adımlarına rağmen ağırdan alındı. Çıkartılan paket ise sadece bir oyalamadan ibaret kaldı. Tutuklu milletvekillerin serbest kalmalari için hiç çaba sarf edilmedi.
Erdoğan'ın başkanlık hedefine yönelmesindeki korku işte böyle bir gergin ortamın beslediği bir tedirginlikti. Başkanlık rejimini hem kendisine hem de gerçekleştirdiği siyasi dönüşümlere yönelecek tehditlere karşı bir güvence olarak görüyordu.
Ancak bu arada başka ciddi hatalara da sürüklendi.
Otoriter bir yönetimi benimsemesi, parti içinde farklı bir rasyonaliteye hayat hakkı vermiyordu. Bu durum parti içindeki sessiz muhalefeti tedirgin ettiği gibi şimdiye kadar desteğini aldığı parti dışı çevreler de hoşnutsuzdu. Öyle ki bu mesele Batılı devletler tarafından dikkatle izlenir olmuştu. Başta ABD olmak üzere AB ülkeleriyle aramızda açılan mesafe Erdoğan'nı başka ittifaklara savurmaya başlamıştı. Şangay Beşlisi'ne yakınlaşma temayülü böyle bir sürecin devamıydı.
Acaba Türkiye batı ile ekonomik ilişkilerin zeminini oluşturacak şekilde hukuksal reformlarını tamamlama, devlet içinde şeffaflık ilkesini benimseme, demokratikleşme adımlarını güçlendirme anlamında tam entegrasyonu böyle bir liderin yönetiminde başarıyla götürebilecek miydi? Kritik soru buydu.
Mısır'daki darbe sonrası Ortadoğu'da, Kuzey Irak ile yapılan petrol antlaşmaları dengeleri bozabilecek boyuta tırmanabilirdi. Bu gelişmelerin bölgede kontrol edilmesi daha güç başka uzantıları da muhtemeldi.
Bütün bu çerçevede Erdoğan Cemaat'in kendisini desteklemediğini biliyor ve hazırlıklarını buna göre yapıyordu. Dershanelerin kapatılması kararını vermekle ilk ateşlemeyi başlatan taraf oldu. Arkası çorap söküğü gibi geldi..
Şimdi hukuk sisteminin büyük yara almasını yol açan yargıya müdaheleler yaşanıyor. En son HSYK işleyişinde yürütmenin gücünü arttıran yasa teklifinden anladığımız gibi iktidar geri dönülmez bir yola girmiş gözüküyor. Anayasal meşruluğa gölge düşürecek bu tür adımlar durumu daha içinden çıkılmaz tehlikeli bir noktaya tırmanadıracak bir potansiyel taşıyor.
Cemaat ile Erdoğan arasındaki çatışma Erdoğan'nin otoriter politikasının bir sonucu.
Erdoğan 2015'de yapılacak genel seçimden önce bu yıl yapılacak Cumhurbaşkanı seçimine odaklanmış gözüküyor.
Yetkileri güçlendirilmiş bir devlet başkanlığı modelini hayalinden geçirdiği herkesin malumu. Ancak, Gezi olaylarınden sonra başkanlık şansı epey azalmış görünüyor. Geziye öfkesi bundan kaynaklanıyor zaten. Ama her şeye rağmen Cumhurbaşkan'lığından vazgeçmediği bir gerçek.
Bu ısrarın arkasında bir korku boyutu var.
Ak Parti iktidarı ordunun vesayetini ortadan kaldırmakla ülkedenin kaderini değiştirecek önemli bir yapısal değişime imza attı. Devrim sayılacak nitelikte bir dönüşümdü bu ve elbette eski düzenin savunucuları tarafından tepkiyle karşılandı. Hele Ergenekon yargılamalarındaki usulsüzlükler, hukuk dışı uygulamalar bu tepkinin yayılmasında etkili oldu, Erdoğan ve partisine öfke tırmandı.
Erdoğan o zamanki yargılamalar sırasında yaşanan hukuk dışı uygulamalar nedeniyle Cemaat yanlısı bilinen savcılardan ve hakimlerden hiç şikayetçi değildi. Yapılan haksız göz altına almalara, uzun süreli tutuklamalara göz yumuldu. Dayanıksız suçlamalarla açılan davalara yapılan itirazlara kulak tıkandı.
Ergenekon yargılamaları sırasında ülkede demokratikleşme reformları beklentilerin tersine askıya alındı. Hatta barış sürecinin temelini oluşturacak demokratikleşme adımları Öcalan'ın uzlaşma adımlarına rağmen ağırdan alındı. Çıkartılan paket ise sadece bir oyalamadan ibaret kaldı. Tutuklu milletvekillerin serbest kalmalari için hiç çaba sarf edilmedi.
Erdoğan'ın başkanlık hedefine yönelmesindeki korku işte böyle bir gergin ortamın beslediği bir tedirginlikti. Başkanlık rejimini hem kendisine hem de gerçekleştirdiği siyasi dönüşümlere yönelecek tehditlere karşı bir güvence olarak görüyordu.
Ancak bu arada başka ciddi hatalara da sürüklendi.
Otoriter bir yönetimi benimsemesi, parti içinde farklı bir rasyonaliteye hayat hakkı vermiyordu. Bu durum parti içindeki sessiz muhalefeti tedirgin ettiği gibi şimdiye kadar desteğini aldığı parti dışı çevreler de hoşnutsuzdu. Öyle ki bu mesele Batılı devletler tarafından dikkatle izlenir olmuştu. Başta ABD olmak üzere AB ülkeleriyle aramızda açılan mesafe Erdoğan'nı başka ittifaklara savurmaya başlamıştı. Şangay Beşlisi'ne yakınlaşma temayülü böyle bir sürecin devamıydı.
Acaba Türkiye batı ile ekonomik ilişkilerin zeminini oluşturacak şekilde hukuksal reformlarını tamamlama, devlet içinde şeffaflık ilkesini benimseme, demokratikleşme adımlarını güçlendirme anlamında tam entegrasyonu böyle bir liderin yönetiminde başarıyla götürebilecek miydi? Kritik soru buydu.
Mısır'daki darbe sonrası Ortadoğu'da, Kuzey Irak ile yapılan petrol antlaşmaları dengeleri bozabilecek boyuta tırmanabilirdi. Bu gelişmelerin bölgede kontrol edilmesi daha güç başka uzantıları da muhtemeldi.
Bütün bu çerçevede Erdoğan Cemaat'in kendisini desteklemediğini biliyor ve hazırlıklarını buna göre yapıyordu. Dershanelerin kapatılması kararını vermekle ilk ateşlemeyi başlatan taraf oldu. Arkası çorap söküğü gibi geldi..
Şimdi hukuk sisteminin büyük yara almasını yol açan yargıya müdaheleler yaşanıyor. En son HSYK işleyişinde yürütmenin gücünü arttıran yasa teklifinden anladığımız gibi iktidar geri dönülmez bir yola girmiş gözüküyor. Anayasal meşruluğa gölge düşürecek bu tür adımlar durumu daha içinden çıkılmaz tehlikeli bir noktaya tırmanadıracak bir potansiyel taşıyor.
Parelel devlet mi bölünmüş devlet mi?
Parelel devlet mi, parçalı devlet mi?
Cemaat ve Akparti arasinda bölünmüş bir devletten söz etsek daha mi doğru?
Şimdiye kadar bu bölünmüş yapı ile çalışan bir sistem vardı...
Işbölümü ve işbirliği yaptılar...
Sonra çatışmaya baslayinca parelel yapi denmeye başlandı...
Is birliği bozulmazdan onceki bölünmüs yapi işbirliği bozulunca parelel yapilanmaya dönüştü...
Bu günü daha iyi anlamak ve yapilmasi gerekeni anlamak icin böyle düşünmekte fayda var...
Cemaat ve Akparti arasinda bölünmüş bir devletten söz etsek daha mi doğru?
Şimdiye kadar bu bölünmüş yapı ile çalışan bir sistem vardı...
Işbölümü ve işbirliği yaptılar...
Sonra çatışmaya baslayinca parelel yapi denmeye başlandı...
Is birliği bozulmazdan onceki bölünmüs yapi işbirliği bozulunca parelel yapilanmaya dönüştü...
Bu günü daha iyi anlamak ve yapilmasi gerekeni anlamak icin böyle düşünmekte fayda var...
Filmi başa sarmak
Hukuk devletinin temel doğruları; güçler ayrimi, mahkemelerin bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, anayasal guvencelerin sağlamliligi, bireyin devlet karsisinda haklari ve korunması gibi ilkelere baktigimizda biz filmi basa sardik galiba...
Çogunlugun temsilcisi olmayi devlete tek başına egemen olmak olarak anlayan hukuk disi bir zihniyetin giyotini altindayiz bugün...
Milletin temsilcisi olarak varlığınin meşruluğunu iddia eden bir iktidarın kendisini desteklemeyen ayni milletin baska kesimlerini düşman olarak görme aymazlığınin boy attığı bir ulkede yasiyoruz ne yazik ki...
Lafi uzatirsam, biliyorum ratingim düşecek...
Kisa keseceğim...
Bence bu gune kadarki kazanimlarin eseri olan devleti hukuk duzeni icinde tutan kurumsal esaslar artik varla yok arasindadir ve film basa sarilmistir..
2000 yilindan da geriye....
Bence 1950 li yillarin sonuna kadar giden bir zamana yolculuk sayilabilir bu...
Hayirli olması mümkün mü?
Çogunlugun temsilcisi olmayi devlete tek başına egemen olmak olarak anlayan hukuk disi bir zihniyetin giyotini altindayiz bugün...
Milletin temsilcisi olarak varlığınin meşruluğunu iddia eden bir iktidarın kendisini desteklemeyen ayni milletin baska kesimlerini düşman olarak görme aymazlığınin boy attığı bir ulkede yasiyoruz ne yazik ki...
Lafi uzatirsam, biliyorum ratingim düşecek...
Kisa keseceğim...
Bence bu gune kadarki kazanimlarin eseri olan devleti hukuk duzeni icinde tutan kurumsal esaslar artik varla yok arasindadir ve film basa sarilmistir..
2000 yilindan da geriye....
Bence 1950 li yillarin sonuna kadar giden bir zamana yolculuk sayilabilir bu...
Hayirli olması mümkün mü?
Hukuksuz devlet
Emniyette günlerdir devam eden tasfiye operasyonu normal bir hukuk devletinde yasanmayacak seyler...Emniyet teskilatinda darbe ortamlarini cagristiran olaylar oluyor. Bütün bunlar yoğun bir medya destegiyle surdurulen beyin yikama mekanizmasi eşliğinde oluyor. Hukuk kurallarini dinleyen yok.
Yolsuzluk davalarinin savcilarina tehditler ve karalama kampanyalari, güdümlü basin ve medya mensuplariyla kapali toplantilar, tek adamin emirlerine tabi yasama çoğunluğu, islevini yerine getiremeyen bir muhalefet, eski partisi ile cemaat arasina sikismis zor durumda bir Cumhurbaskani, bagimsizligi ve adilliği tartışmali bir yargi sistemi...
Butun bunlar Ak parti yonetiminde ulkenin nasil duvara çarptığını gosteriyor bize...
Bir ulke, bir devlet bundan daha kötü bir duruma dusebilir mi ? Düşebilir, ama düşünmek bile istemiyorum. Kötü seyler olacak diye korkuyorum...
Yolsuzluk davalarinin savcilarina tehditler ve karalama kampanyalari, güdümlü basin ve medya mensuplariyla kapali toplantilar, tek adamin emirlerine tabi yasama çoğunluğu, islevini yerine getiremeyen bir muhalefet, eski partisi ile cemaat arasina sikismis zor durumda bir Cumhurbaskani, bagimsizligi ve adilliği tartışmali bir yargi sistemi...
Butun bunlar Ak parti yonetiminde ulkenin nasil duvara çarptığını gosteriyor bize...
Bir ulke, bir devlet bundan daha kötü bir duruma dusebilir mi ? Düşebilir, ama düşünmek bile istemiyorum. Kötü seyler olacak diye korkuyorum...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
HERŞEYE RAĞMEN...
Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum. BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...
-
Aklım yanan otelin bitişiğinde kayak alanındaki görüntülerde bir yandan da. Yangın olup bitmiş ölen ölmüş, eğlenmeye devam dercesine başka...
-
Dünyamızın ve elbette ki ülkemizin başında bir Donald Trump heyhulası dolaşıyor. Daha şimdiden dünyada alarm zilleri çalmaya başladı bile. T...
-
Aşağıdaki adamın fotoğrafı gece uyumadan önce bakılacak bir görüntü değil hiç şüphesiz! Ama bu Pazartesi gecesi TS itibariyle 20'de ba...