28 Aralık 2013 Cumartesi
Hedef Erdoğan, ama neden?
Ortadoğu'da istenmeyen adam konumuna kendi elleriyle sürüklenmiş olan Erdogan; otoriter, baskıcı yonetiminin bundan sonra devam edemiyecegini gormek zorunda. Yolsuzluk sorusturmalarin in hedef tahtası olmasınin arkasindaki asıl deden bu tek adam yonetiminin beslediği belirsizlik ve huzursuzluk ortamından kurtulma arayışlarıdır. Bunu kendisine karşı bir komplo olarak kullanmak istemesi ve erken bir seçimi kurtuluş olarak görmesi cok normal. Seçim zemini Erdoğan'a kaybettiği itibarını geri vermeye yetmez. Türkiye'nin ciddi bir hukuk ve demokrasi reformuna ihtiyacı vardır. Bunu saglayacak siyasal çözümler derhal bulunmalıdır. Yoksa bu yıkım süreci herkese zarar verecektir.
20 Temmuz 2013 Cumartesi
Taksiyarhis Kilisesi açılırken
Ayvalık sessiz sedasız bir müzeye kavuştu. İlçe yönetimi onu "Anıt Müze" diye tanıttığı için böyle diyorum:Taksiyarhis kilisesi üzerine serili ölü toprağından kurtarıldı sonunda. Yaklaşık 2 yıldır devam eden restorasyon çalışmaları nihayet sevindirici bir sonuca ulaştı. Bu yıl Nisan ayında yapılan kabulden sonra geçtiğimiz günlerde, 11 Temmuz'da halkın ziyaretine de açıldı. Hem de Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi(AIMA) tarafından gerçekleştirilen nefes kesici bir şölen ile süslenenen bir açılışla...
Ayvalık'a her gelişimde duvarların ardında gizleriyle tarihine gömülü bu kiliseyi herzaman kilitli duran ana kapısının aralığından büyük bir merakla uzaktan seyrederdim.
Duvarlarındaki freskleri ile ünlü olduğunu bildiğim bu gizemli binanın niye ilgisizliğe terk edildiğini anlayamazdım.
Sonra okudum, öğrendim. Buranın da kaderi ötekiler gibiydi. Ayvalık'da buna benzer yıkıntılar içinde, ayakta kalmaya çalışan harebeye dönmüş bir çokları daha vardı. Gezdikce gördüm, utandım.
Artık cami olarak kullanılan Agios Yorgios kilisesi(Çınarlı Cami) ile Agai Ianni(Saatli Cami)'yi saymazsak ötekilerin hali harap:Cunda adasındaki Taksiyarhis üzerindeki Koç Vakfınca yürütülen çalışmalar uzadıkça uzuyor.
Ayvalık Belediyesine şehir müzesi olsun diye bırakılmış, beş sütünlu Korint tarzı girişi ile ünlü 123 yıllık Ayazma kilisesi(Feromani Kilisesi) ise acınacak halde bekliyor.
Bu kiliseler bir zamanlar bu topraklarda yaşanmış acılı hikayelerin gölgesinde kalmışlar, cezalandırılmışlar sanki. Hınç ve öfke bir politikaya dönüşmüş.
Midilli'de açılışı yapılan camiye karşılık verilen sözler yerine getirilmemiş.
Devlet bazılarını Tekel idaresine vererk tütün deposu olarak kullanmış. Duvarlar örülmüş, sütunlar kapatılmış, soba boruları için delikler açılmış. Kimi depremlerde yıkılmış, kiminin freskleri çalınmış, çatıları çökmüş.
Fotoğraflarını çekmeye utanıyor insan...
Bunları gelecek adına şimdi temiz bir sayfa açılırken geçmişin bir ayıbı olarak kabul edip ileriye umutla bakmak istiyorum yine de.
İşte bu gelişimde Taksiyarhis'i görünce tatlı bir sürprizle dolup taşmam böyle bir duygu birikiminin eseri olsa gerek...
Nasıl sevinmez ki insan...
Hele Ayvalık gibi ihtişamlı bir geçmişi olan, İzmir'den sonra Ege'nin ikinci büyük kenti sayılan bir yerde yaşamanın sorumluluğunu bilmenin verdiği bir özgüven duygusu ya da uygarlıkların ortak paydasında buluşmanın haklı gurunu duymanın bir hazzı değil midir bu?
Bu duygu eksikliğinden değil miydi yıllardır hafızalarda yorgun düşmüş ruhlarımızın esaretinde çırpınan tepkilerimiz. Yaşatılan düşmanlıklar, peşin hükümlerle yapılan yargılamalar.
Yeni Ayvalık'ın hayatı artık yeni bir Türkiye gibidir.
Çelişkilerin içinden geçerken yaşayarak öğrenmenin keşiflerine ulaşmak, farklı kültürlerin, inançların ayrımlarına duvar örmek yerine köprüler atmayı becerebilmek günümüzü aydınlatmanın tek çaresi değil mi?
Bu aydınlanmanın ruhlarımızda yaratacağı barışıklıkla gelecek nesiller taşınacak iyimserlik tohumlarına muhtacız artık.
İşte tam bundan dolayı şimdi çarşılarında dolup taşan Midilli'li müşterileriyle selamlaşan Ayvalık'lı pazarcının yüzündeki gülümseme bana Taksiyarhis kilisenin avlusundaki huzur gibi güven veriyor...
Ayvalık'a her gelişimde duvarların ardında gizleriyle tarihine gömülü bu kiliseyi herzaman kilitli duran ana kapısının aralığından büyük bir merakla uzaktan seyrederdim.
Duvarlarındaki freskleri ile ünlü olduğunu bildiğim bu gizemli binanın niye ilgisizliğe terk edildiğini anlayamazdım.
Sonra okudum, öğrendim. Buranın da kaderi ötekiler gibiydi. Ayvalık'da buna benzer yıkıntılar içinde, ayakta kalmaya çalışan harebeye dönmüş bir çokları daha vardı. Gezdikce gördüm, utandım.
Artık cami olarak kullanılan Agios Yorgios kilisesi(Çınarlı Cami) ile Agai Ianni(Saatli Cami)'yi saymazsak ötekilerin hali harap:Cunda adasındaki Taksiyarhis üzerindeki Koç Vakfınca yürütülen çalışmalar uzadıkça uzuyor.
Ayvalık Belediyesine şehir müzesi olsun diye bırakılmış, beş sütünlu Korint tarzı girişi ile ünlü 123 yıllık Ayazma kilisesi(Feromani Kilisesi) ise acınacak halde bekliyor.
Bu kiliseler bir zamanlar bu topraklarda yaşanmış acılı hikayelerin gölgesinde kalmışlar, cezalandırılmışlar sanki. Hınç ve öfke bir politikaya dönüşmüş.
Midilli'de açılışı yapılan camiye karşılık verilen sözler yerine getirilmemiş.
Devlet bazılarını Tekel idaresine vererk tütün deposu olarak kullanmış. Duvarlar örülmüş, sütunlar kapatılmış, soba boruları için delikler açılmış. Kimi depremlerde yıkılmış, kiminin freskleri çalınmış, çatıları çökmüş.
Fotoğraflarını çekmeye utanıyor insan...
Bunları gelecek adına şimdi temiz bir sayfa açılırken geçmişin bir ayıbı olarak kabul edip ileriye umutla bakmak istiyorum yine de.
İşte bu gelişimde Taksiyarhis'i görünce tatlı bir sürprizle dolup taşmam böyle bir duygu birikiminin eseri olsa gerek...
Nasıl sevinmez ki insan...
Hele Ayvalık gibi ihtişamlı bir geçmişi olan, İzmir'den sonra Ege'nin ikinci büyük kenti sayılan bir yerde yaşamanın sorumluluğunu bilmenin verdiği bir özgüven duygusu ya da uygarlıkların ortak paydasında buluşmanın haklı gurunu duymanın bir hazzı değil midir bu?
Bu duygu eksikliğinden değil miydi yıllardır hafızalarda yorgun düşmüş ruhlarımızın esaretinde çırpınan tepkilerimiz. Yaşatılan düşmanlıklar, peşin hükümlerle yapılan yargılamalar.
Yeni Ayvalık'ın hayatı artık yeni bir Türkiye gibidir.
Çelişkilerin içinden geçerken yaşayarak öğrenmenin keşiflerine ulaşmak, farklı kültürlerin, inançların ayrımlarına duvar örmek yerine köprüler atmayı becerebilmek günümüzü aydınlatmanın tek çaresi değil mi?
Bu aydınlanmanın ruhlarımızda yaratacağı barışıklıkla gelecek nesiller taşınacak iyimserlik tohumlarına muhtacız artık.
İşte tam bundan dolayı şimdi çarşılarında dolup taşan Midilli'li müşterileriyle selamlaşan Ayvalık'lı pazarcının yüzündeki gülümseme bana Taksiyarhis kilisenin avlusundaki huzur gibi güven veriyor...
7 Temmuz 2013 Pazar
Bir Değerlendirme
Mısır, Tunus ve Türkiye örnekleri gosteriyor ki, siyasal islamın demokrasi sınavlari sorunlu...
Demokrasiyi islami zihniyetin öngörüleri ile kuramiyorlar, kuralamayacağını da anlamiyorlar. Sonunda otoriteryen bir iktidar oluyorlar ve seküler kesimin tepkisiye karşılasiyorlar...
Muhalefetin direncine tahammül edemediklerinde ise baski ve korku salarak ayakta kalmaya calisiyorlar. Mısırdaki darbe gibi onaylanmasi mümkün olmayan yollarla iktidardaki pozisyonlarından bir süreligine uzaklasmak zorunda kaliyorlar, ya da siddetin dozunu arttirark muhalefeti sindireceklerini umuyorlar. Bu toplumsal kabarma her ulkenin demokratik-siyasal meşrebine gore farkli bicimlere evrilebilir.
Ama sonucta siyasal islamin demokrasi sinavinda en az darbeciler kadar tartisilir olduklarini gormezsek büyük resmi gözden kaciririz. Gibime geliyor...
Demokrasiyi islami zihniyetin öngörüleri ile kuramiyorlar, kuralamayacağını da anlamiyorlar. Sonunda otoriteryen bir iktidar oluyorlar ve seküler kesimin tepkisiye karşılasiyorlar...
Muhalefetin direncine tahammül edemediklerinde ise baski ve korku salarak ayakta kalmaya calisiyorlar. Mısırdaki darbe gibi onaylanmasi mümkün olmayan yollarla iktidardaki pozisyonlarından bir süreligine uzaklasmak zorunda kaliyorlar, ya da siddetin dozunu arttirark muhalefeti sindireceklerini umuyorlar. Bu toplumsal kabarma her ulkenin demokratik-siyasal meşrebine gore farkli bicimlere evrilebilir.
Ama sonucta siyasal islamin demokrasi sinavinda en az darbeciler kadar tartisilir olduklarini gormezsek büyük resmi gözden kaciririz. Gibime geliyor...
6 Temmuz 2013 Cumartesi
Oyuna Son
Çocukken oynardık. Kazı kazan diye bir oyun vardı. Hediyeler kazıdığımız folyo deliklerin altındaydı. Kazıdıkça şansınızı öğrenirdiniz...
Kutunun içinde sizi bekleyen hediyeleri kazanmak için sabırsızlanır, boyuna şansınızı denerdiniz...
Beş kuruşa satın aldığınız bir umut, iştihanızı kabartırdı...
Çoğu kere bu şans, talih, kısmet oyunu hüsranla sonuçlanırdı...
Beklenen hediyeler bir türlü çıkmazdı nedense kazıdığınız folyonun altından...
Kuru bir gofret ile yetinirdiniz çoğu kez...
Ve hediyenin büyüğü hep kutuda kalırdı...
Onu da sahibi alırdı bütün delikler açıldıktan sonra...
***
Nerden aklıma geldi bunlar?
Bazı ülkelerin çocukları (halkları) kendilerine vaad edilen özgürlüklere ve adalete kavuşabilmek için önlerine konan kapalı delikleri umutla boyuna kazıyıp dururlar... Çıkacak diye bekledikleri hediyelerle gözleri kamaşmış, kısmetcinin sözüne inanmışlardır...
Kazıdıkça şans, talih, kısmetlerine yaklaştıklarını sanırlar...
Kazanamadıklarında kötü talihdir neden...
Bütün delikler açıldığında oyun bitmiştir...
Büyük talih kutunun sahibinde kalmıştır...
Aslında deliklerin hiç birinde vaad edilen hediye yoktur...
Bir kandırmacıdır hepsi...
Tıpkı...
Bizim de dahil olduğumuz ortadoğunun bütün çocuklarının (halklarının) kandırılması gibi...
Ve onların (artık çocukluk çağından çıkması gerekenlerin) kutulardaki folyaların bilerek boş bırakıldığını anlamaları için "Oyuna Son" şarkısını söylemeleri gerekmiyor mu?
Ve galiba her yerde duyulmaya başlanan şarkı bu değil mi
Kutunun içinde sizi bekleyen hediyeleri kazanmak için sabırsızlanır, boyuna şansınızı denerdiniz...
Beş kuruşa satın aldığınız bir umut, iştihanızı kabartırdı...
Çoğu kere bu şans, talih, kısmet oyunu hüsranla sonuçlanırdı...
Beklenen hediyeler bir türlü çıkmazdı nedense kazıdığınız folyonun altından...
Kuru bir gofret ile yetinirdiniz çoğu kez...
Ve hediyenin büyüğü hep kutuda kalırdı...
Onu da sahibi alırdı bütün delikler açıldıktan sonra...
***
Nerden aklıma geldi bunlar?
Bazı ülkelerin çocukları (halkları) kendilerine vaad edilen özgürlüklere ve adalete kavuşabilmek için önlerine konan kapalı delikleri umutla boyuna kazıyıp dururlar... Çıkacak diye bekledikleri hediyelerle gözleri kamaşmış, kısmetcinin sözüne inanmışlardır...
Kazıdıkça şans, talih, kısmetlerine yaklaştıklarını sanırlar...
Kazanamadıklarında kötü talihdir neden...
Bütün delikler açıldığında oyun bitmiştir...
Büyük talih kutunun sahibinde kalmıştır...
Aslında deliklerin hiç birinde vaad edilen hediye yoktur...
Bir kandırmacıdır hepsi...
Tıpkı...
Bizim de dahil olduğumuz ortadoğunun bütün çocuklarının (halklarının) kandırılması gibi...
Ve onların (artık çocukluk çağından çıkması gerekenlerin) kutulardaki folyaların bilerek boş bırakıldığını anlamaları için "Oyuna Son" şarkısını söylemeleri gerekmiyor mu?
Ve galiba her yerde duyulmaya başlanan şarkı bu değil mi
Ayvalıkli Bir Ağustos Böceği
Bu yazıyı Ayvalık'dan yazıyorum...
Öğlen saatleri...
Karşımda Edremit Körfezinin kıpırtılı maviliği...
Hafiften bir poyraz balkondaki masanın örtüsünü havalandırıyor...
Herkes uykuda...
Sadece ağustos böceği ve ben...
Bir de hurdacının sesi duyuluyor uzaklardan arada...
Ayvalık'da bugün üçüncü günüm. Gözüm değişiklikleri arıyor, bir yılda neler olup bittiğini anlamak için.
Önümüzü kapatan yeni inşaatın arkası gelecek gibi...Ayvalık hızlı bir betonlaşma havasına girmişti bir süredir. Benim de oturduğum Armutçuk mahallesi bu değişimden en fazla nasibini alan yerlerden. Bizim sitenin bitişinden sahile kadar uzanan zeytinlik her sene biraz daha küçülüyor. Ağaçlar dikkat çekmeden azar azar kesilerek arsalar yaratılıyor. Sonra parası dolgun bir "dışarlıkçı" ya pazarlanacak çirkin mi çirkin villaların duvarları yükselmeye başlıyor usul usul ağaçların arasından.
Hele Lale Adası'ndan Ayvalık'a dönerken baktığınızda yapılaşmanın yeşili nasıl ezdiğini ve Yeşil Ayvalık'ın nasıl eridiğini içiniz sızlayarak görüyosunuz.
***
Ayvalık bir su cennettidir...
Körfezin güneyinde Midilli'ye sokulan bir burun olduğu için böyle söylüyorum. Ayvalık'da nerde olursanız olun, yüksek bir yerden baktığınızda denizin nerdeyse 360 derecelik bir panoramik görüntüsünü keşfetmeniz mümkün. Bu size başka hiç bir yerde duyamayacağınız bir huzur verir.
Ayvalık bunun için bir su cennetidir...
Ama yazın nüfusu en az beşe katlanan bu kentin ne yazık ki içme suyu şebekesi yetersiz olduğu için evlerinde gözlerini doyuran bollukta su bulunmaz...Yedek bidonlarız yoksa Ayvalık tatiliniz zehir olur çoğunuza...
Bu Ayvalık'ın kaderi değildir sadece...
Ama Ayvalıklı da masum değildir bu işte...
***
Başlarken gözüm değişimdeydi dedim ya, iyi şeylerden bahsedeyim biraz da.
Ayvalık'da tatil yapanlar bilir. Yaşama mücadelesi veren iç denizin ada bağlantı yolu yüzer lokantalar tarafından biri süredir işgal edilmişti. Zaten kirli olan denizi "nasıl olsa fark edilmez, biraz da böyle kirletelim" diyen zihniyetin göz yummasıyla mantar gibi çoğalmaya başlamışlardı. Yerli halk ve bilinçli ziyaretçilerin tepkilerine uzun süre duyarsız kalındı. Başvurmadığımız yer kalmadı: Belediye burası benim denetimimde değil diyerek topu Sahil Koruma Komutanlığına atıyordu. Sahil Koruma komutanlığı ise yüzer lokantalardan çok gezi tekneleriyle ilgili denetimlerini sayıyordu bize.
Sonuçta sembolik kesilen cezalardan öteye gitmeyen bir müdahele vardı sadece.
Ama sanırım şikayetler o kadar yükselmişti ki bu yaz yüzer lokantalar sahilden çıkartılmışlardı.
Buraya kadar güzel...
Ama iç denizden kaldırılan bu lokantalardan birisi sanırım Fatih Sultan Mehmet'den esinlenerek gemisini karadan kaydırarak sahilin öte yakasına, yani Körefez'e bakan yanına geçirivermişti...Karaya tırmanmış iri gövdeli yırtıcı bir kuşa benziyordu kanatlarını açmış.Atatürk resimli Türk Bayrağı da rüzgarda dalgalanıp duruyordu.
Yakında ondan esinlenecek başka Fatih'ler tarafından Körfezin kara tarafı işgali devam edecekti. Yol açılmıştı ya bir kere...
***
Yine içinizi kararttım değil mi?
Durun daha bitmedi...
Yunus Emre Parkı bizim Armutçuk'un en gözde gezi yeridir. Gerçi son zamanlarda özellikle saat 20'de sonra gezintiye çıkmak isterseniz yanınıza bu aralar oldukça cazip fiyatlarla temin edeceğiniz gaz maskenizi almadan gelmeyin derim. Kordon boyunca uzanan açık hava lokantalarının ızgara dumanından gözleriniz yanabilir ve "Bundan sonra Ayvalık mı?" diyebilirsiniz.
***
Aslında daha yolun başındayız...
Yani asıl trajik vak'a mahalline yaklaşmaktan bahsediyorum...
Yunus Emre parkının içinden geçerken gaz maskeli halinizle bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra parkın çıkışındaki çeşmeyi geçin, ikiyüz metre daha Lale adası yönünde yürüyün. Karavanların park yerini göreceksiniz.
Orada durun...
Çimenlerin üzerine yapılmış beton kaidelere kondurulan metal heykellere(!) yakınlarına gelerek dikkatlice bakın...
Ne anladığınıza elbette en iyi görünce karar verirsiniz, ama ben ne gördüğümü söylemeden geçemeyeceğim:
Bu kaideler üzerinde sanırım Ayvalık'ın fethi (!) sırasında batmış ve hurdaya çıkmış tarihi bir gemiden sökülmüş eşsiz parçalar bulunuyor efendim. Ayvalık Belediyesi muhtemelen şanlı Türk Denizcilik tarihini yeni nesillere aktarmak gibi kutsal bir görevi üstlenmiş...
Neler mi sergileniyor burada?
Sayalım:
Bir adet kaptan köprüsü...
Bir adet döner gemi anteni...
Tam adını bilemedim, bir adet kanatlı mayın...
İki adet, patlamaya hazır değil elbet, torpil...
Bir adet bildiğimiz çıpa...
Şimdilik...
Çünkü beton kaidelerin bir çoğu boş. Gemi söküm işlemleri bitince yenileri konacak...
Ben bu tür örnek hizmetlerin(!) tatilciler için Ayvalık tur rehberlerine de en kısa zamanda yansımasını rica edeceğim sayın belediye başkanından.Gerçekten Ayvalık sayesinde kalıcı bir deniz müzesine sahip olmuş olacak...
Kendisini ve katıkıda bulunan ekibini kutluyorum buradan.
***
Gördüğünüz gibi evimin balkonundan masmavi Edremit sularına bakıp nelerle uğraşıyorum...
Ağustos böceği konseri devam ediyor...
Ayvalık Konserler şehridir ayrıca, hakkını yemeyelim...
Öğlen uykularının düşmanı hurdacının sesi kesildi.
Birazdan belediye hoparlöründen anfi tiyatroda bu akşamki gösteriyi öğrenebiliriz...
Eğlenmeye devam...
Ayvalık'dan yazacaklarım şimdilik bu kadar.
Öğlen saatleri...
Karşımda Edremit Körfezinin kıpırtılı maviliği...
Hafiften bir poyraz balkondaki masanın örtüsünü havalandırıyor...
Herkes uykuda...
Sadece ağustos böceği ve ben...
Bir de hurdacının sesi duyuluyor uzaklardan arada...
Ayvalık'da bugün üçüncü günüm. Gözüm değişiklikleri arıyor, bir yılda neler olup bittiğini anlamak için.
Önümüzü kapatan yeni inşaatın arkası gelecek gibi...Ayvalık hızlı bir betonlaşma havasına girmişti bir süredir. Benim de oturduğum Armutçuk mahallesi bu değişimden en fazla nasibini alan yerlerden. Bizim sitenin bitişinden sahile kadar uzanan zeytinlik her sene biraz daha küçülüyor. Ağaçlar dikkat çekmeden azar azar kesilerek arsalar yaratılıyor. Sonra parası dolgun bir "dışarlıkçı" ya pazarlanacak çirkin mi çirkin villaların duvarları yükselmeye başlıyor usul usul ağaçların arasından.
Hele Lale Adası'ndan Ayvalık'a dönerken baktığınızda yapılaşmanın yeşili nasıl ezdiğini ve Yeşil Ayvalık'ın nasıl eridiğini içiniz sızlayarak görüyosunuz.
***
Ayvalık bir su cennettidir...
Körfezin güneyinde Midilli'ye sokulan bir burun olduğu için böyle söylüyorum. Ayvalık'da nerde olursanız olun, yüksek bir yerden baktığınızda denizin nerdeyse 360 derecelik bir panoramik görüntüsünü keşfetmeniz mümkün. Bu size başka hiç bir yerde duyamayacağınız bir huzur verir.
Ayvalık bunun için bir su cennetidir...
Ama yazın nüfusu en az beşe katlanan bu kentin ne yazık ki içme suyu şebekesi yetersiz olduğu için evlerinde gözlerini doyuran bollukta su bulunmaz...Yedek bidonlarız yoksa Ayvalık tatiliniz zehir olur çoğunuza...
Bu Ayvalık'ın kaderi değildir sadece...
Ama Ayvalıklı da masum değildir bu işte...
***
Başlarken gözüm değişimdeydi dedim ya, iyi şeylerden bahsedeyim biraz da.
Ayvalık'da tatil yapanlar bilir. Yaşama mücadelesi veren iç denizin ada bağlantı yolu yüzer lokantalar tarafından biri süredir işgal edilmişti. Zaten kirli olan denizi "nasıl olsa fark edilmez, biraz da böyle kirletelim" diyen zihniyetin göz yummasıyla mantar gibi çoğalmaya başlamışlardı. Yerli halk ve bilinçli ziyaretçilerin tepkilerine uzun süre duyarsız kalındı. Başvurmadığımız yer kalmadı: Belediye burası benim denetimimde değil diyerek topu Sahil Koruma Komutanlığına atıyordu. Sahil Koruma komutanlığı ise yüzer lokantalardan çok gezi tekneleriyle ilgili denetimlerini sayıyordu bize.
Sonuçta sembolik kesilen cezalardan öteye gitmeyen bir müdahele vardı sadece.
Ama sanırım şikayetler o kadar yükselmişti ki bu yaz yüzer lokantalar sahilden çıkartılmışlardı.
Buraya kadar güzel...
Ama iç denizden kaldırılan bu lokantalardan birisi sanırım Fatih Sultan Mehmet'den esinlenerek gemisini karadan kaydırarak sahilin öte yakasına, yani Körefez'e bakan yanına geçirivermişti...Karaya tırmanmış iri gövdeli yırtıcı bir kuşa benziyordu kanatlarını açmış.Atatürk resimli Türk Bayrağı da rüzgarda dalgalanıp duruyordu.
Yakında ondan esinlenecek başka Fatih'ler tarafından Körfezin kara tarafı işgali devam edecekti. Yol açılmıştı ya bir kere...
***
Yine içinizi kararttım değil mi?
Durun daha bitmedi...
Yunus Emre Parkı bizim Armutçuk'un en gözde gezi yeridir. Gerçi son zamanlarda özellikle saat 20'de sonra gezintiye çıkmak isterseniz yanınıza bu aralar oldukça cazip fiyatlarla temin edeceğiniz gaz maskenizi almadan gelmeyin derim. Kordon boyunca uzanan açık hava lokantalarının ızgara dumanından gözleriniz yanabilir ve "Bundan sonra Ayvalık mı?" diyebilirsiniz.
***
Aslında daha yolun başındayız...
Yani asıl trajik vak'a mahalline yaklaşmaktan bahsediyorum...
Yunus Emre parkının içinden geçerken gaz maskeli halinizle bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra parkın çıkışındaki çeşmeyi geçin, ikiyüz metre daha Lale adası yönünde yürüyün. Karavanların park yerini göreceksiniz.
Orada durun...
Çimenlerin üzerine yapılmış beton kaidelere kondurulan metal heykellere(!) yakınlarına gelerek dikkatlice bakın...
Ne anladığınıza elbette en iyi görünce karar verirsiniz, ama ben ne gördüğümü söylemeden geçemeyeceğim:
Bu kaideler üzerinde sanırım Ayvalık'ın fethi (!) sırasında batmış ve hurdaya çıkmış tarihi bir gemiden sökülmüş eşsiz parçalar bulunuyor efendim. Ayvalık Belediyesi muhtemelen şanlı Türk Denizcilik tarihini yeni nesillere aktarmak gibi kutsal bir görevi üstlenmiş...
Neler mi sergileniyor burada?
Sayalım:
Bir adet kaptan köprüsü...
Bir adet döner gemi anteni...
Tam adını bilemedim, bir adet kanatlı mayın...
İki adet, patlamaya hazır değil elbet, torpil...
Bir adet bildiğimiz çıpa...
Şimdilik...
Çünkü beton kaidelerin bir çoğu boş. Gemi söküm işlemleri bitince yenileri konacak...
Ben bu tür örnek hizmetlerin(!) tatilciler için Ayvalık tur rehberlerine de en kısa zamanda yansımasını rica edeceğim sayın belediye başkanından.Gerçekten Ayvalık sayesinde kalıcı bir deniz müzesine sahip olmuş olacak...
Kendisini ve katıkıda bulunan ekibini kutluyorum buradan.
***
Gördüğünüz gibi evimin balkonundan masmavi Edremit sularına bakıp nelerle uğraşıyorum...
Ağustos böceği konseri devam ediyor...
Ayvalık Konserler şehridir ayrıca, hakkını yemeyelim...
Öğlen uykularının düşmanı hurdacının sesi kesildi.
Birazdan belediye hoparlöründen anfi tiyatroda bu akşamki gösteriyi öğrenebiliriz...
Eğlenmeye devam...
Ayvalık'dan yazacaklarım şimdilik bu kadar.
29 Haziran 2013 Cumartesi
İkilemden Çıkış Yolu Var
Bu sabah 16 aylık torunumu bahçede gezdirirken yanıma yaklaşan başı örtülü bir kadın biraz uzağımızda bize çekinerek bakmakta olan küçük kız çocuğunu gösterip, "kızımız çocuğunuzu sevmek istiyor, müsaade eder misiniz?" diye sorunca, "tabii, gelsin sevsin" diyerek sevimli, ürkek, güzel gözlü çocuğu yanıma çağırdım. Kız, arabanın önünde eğilip torunumun ayaklarını, kollarını koklamaya, öpmeye başladı. Bir yandan da gözü bendeydi, itirazım olup olmayacağını merak ediyordu. Torunum da ondan hoşlanmıştı. İki çocuğun kaynaşmasındaki sevinci kadınla paylaşırken, kız çocuğunun kaç yaşında olduğunu sordum. 6 yaşındaydı, çelimsiz, zayıf yapısıyla aslında daha küçük görünüyordu. Torunumu hiç bırakmak istemeyişi, ona sarılıp durması beni etkilemişti. Onu gezdiren, sanırım ailesinden biriydi, başı örtülü orta yaşlardaki kadına kızın bir kardeşi olup olmadığını sordum. Evin en küçüğüymüş, yakına kadar kuran kursuna gönderilmiş, anaokulunda kuran dersleri de varmış. Küçük kız çok sıkılmış, direnmiş gitmemek için. Sonunda büyükleri anaokulundan almışlar kızı. Şimdi evde yapayalnızmış. Devletin ana okuluna da vermeyi düşünmüyorlarmış, zaten seneye ilk okula başlayacakmış!...
Günlük yaşantımdan aktardığım bu küçük haberin arkasındaki, çocuğun gizemi kadar saklı kalmayan, onun gizlemeye çalışsa da gözlerinden okunan şefkat ışıltılarından dökülen birikmiş isyanını sanırım sizler de anlamışsınızdır. Daha başka şeyleri de hatta; bu çocuğu kuran kursuna göndererek iyi bir dindar olarak yetişmesini isteyen babanın ve annenin masum, doğal bir istek gibi karşılanması gereken inançlarının bir çocuğun ruhunda nasıl etkiler doğuracağını, ilerde dünyayı nasıl kavramaya zorlanacağını ya da bu çocuğun ileriki yaşlarında ebeveynleriyle nasıl bir çatışma içine sürükleneceğini, etkisinde bir türlü kurtulamadığı dinsel doğruların, öğretilen iyiliklerin gerçek dünyada şahit olduklarıyla zıtlaştığını görünce iki arada kalırken kimlerden yana olacağına karar veremeyeceğini, aldığı aile içi eğitim gereği kendisini bazı haklardan mahrum edenlere nasıl öfkeleneceğini, orta öğrenimi bitir bitirmez, bir türlü içine sindiremediği haksızlığa daha fazla boyun eğmeyerek Kuran'ın emrettiği gibi yaşayan düzgün bir İslam kızı olarak yaşamaya nasıl ant içeceğini, nasıl çocuklar yetiştirmek gerektiği konusunda eğilimlerinin sonuna kadar inatla arkasında duracağını anlıyorsunuzdur, değil mi?
Bütün bu tabloda, tarihsel uzantılarıyla söylemek gerektirse, ülkemizde geçmişten bu yana yaşanan, Cumhuriyetin kurucu günlerinden başlayıp devletin emredici, baskıcı zihniyeti altında yıllarca içine kapanan, yeni partiler kurduran hatta kapattıran, zenginleştikçe ve sosyal konumu değiştikçe farklılaşan, ayrışan, sınıfsal cephelere dağılarak ekonomik dayanışmalarla ayakta kalan, anlatmaya çalıştığım o tuhaf ama gerçek ikilemin bir öznesi, parkta oynamak isteyen, bana adını söylemeye bile utanan küçük kızın gözlerindeki gizem kadar sahici değil midir sizce?
Bu ikilemde saklı çatışmanın haklı tarafının hangi taraftan baktığınızla ilgili bir problem olduğunu söylemek ise çözüm sayılmamalıdır aslında. Bunun daha ötesine gidilerek, o kız çocuğunun ilerde yaşayacaklarına uzanan bir sorumlulukla yaklaşmak gerekir meseleye ya ada meseleler yığınına. Mevcut hukuk sisteminin eleştirisi yeterli değildir, söylenmesi gerekenler bu sanılsa bile. Mevcut dayatmacı zihniyeti eleştirmek, hatta yapabiliyorsanız, değiştirmek yeterli değildir o kız çocuğunun gözlerindeki gizemi çözmeye. Daha başka şeylere de gereksinimiz vardır. O çocuklara hayatı daha başka türlü anlatmaya, onları yetiştiren, eğiten, bilgilendiren büyüklerinin de değişmeye başlaması gerek değil mi sizce?
Bütün bunlar, analar ve babaların masumiyetinin altına gizlenen kız çocuğunun özgürlüğünden de neler alıp götürdüğünü anlamamız adına, hukuksal metinlerdeki çekincelerin karamsar gerekçelerine sarılmadan, yok edici egemenlik iddialarına sığınmadan, toplumun maddi yaşantısındaki değişimlerin moral beklentilerini dolduracak yeni aydınlıklara kapıyı kapamadan, hoş görüyle ciddiye alınmalı, değil mi sizce?
Günlük yaşantımdan aktardığım bu küçük haberin arkasındaki, çocuğun gizemi kadar saklı kalmayan, onun gizlemeye çalışsa da gözlerinden okunan şefkat ışıltılarından dökülen birikmiş isyanını sanırım sizler de anlamışsınızdır. Daha başka şeyleri de hatta; bu çocuğu kuran kursuna göndererek iyi bir dindar olarak yetişmesini isteyen babanın ve annenin masum, doğal bir istek gibi karşılanması gereken inançlarının bir çocuğun ruhunda nasıl etkiler doğuracağını, ilerde dünyayı nasıl kavramaya zorlanacağını ya da bu çocuğun ileriki yaşlarında ebeveynleriyle nasıl bir çatışma içine sürükleneceğini, etkisinde bir türlü kurtulamadığı dinsel doğruların, öğretilen iyiliklerin gerçek dünyada şahit olduklarıyla zıtlaştığını görünce iki arada kalırken kimlerden yana olacağına karar veremeyeceğini, aldığı aile içi eğitim gereği kendisini bazı haklardan mahrum edenlere nasıl öfkeleneceğini, orta öğrenimi bitir bitirmez, bir türlü içine sindiremediği haksızlığa daha fazla boyun eğmeyerek Kuran'ın emrettiği gibi yaşayan düzgün bir İslam kızı olarak yaşamaya nasıl ant içeceğini, nasıl çocuklar yetiştirmek gerektiği konusunda eğilimlerinin sonuna kadar inatla arkasında duracağını anlıyorsunuzdur, değil mi?
Bütün bu tabloda, tarihsel uzantılarıyla söylemek gerektirse, ülkemizde geçmişten bu yana yaşanan, Cumhuriyetin kurucu günlerinden başlayıp devletin emredici, baskıcı zihniyeti altında yıllarca içine kapanan, yeni partiler kurduran hatta kapattıran, zenginleştikçe ve sosyal konumu değiştikçe farklılaşan, ayrışan, sınıfsal cephelere dağılarak ekonomik dayanışmalarla ayakta kalan, anlatmaya çalıştığım o tuhaf ama gerçek ikilemin bir öznesi, parkta oynamak isteyen, bana adını söylemeye bile utanan küçük kızın gözlerindeki gizem kadar sahici değil midir sizce?
Bu ikilemde saklı çatışmanın haklı tarafının hangi taraftan baktığınızla ilgili bir problem olduğunu söylemek ise çözüm sayılmamalıdır aslında. Bunun daha ötesine gidilerek, o kız çocuğunun ilerde yaşayacaklarına uzanan bir sorumlulukla yaklaşmak gerekir meseleye ya ada meseleler yığınına. Mevcut hukuk sisteminin eleştirisi yeterli değildir, söylenmesi gerekenler bu sanılsa bile. Mevcut dayatmacı zihniyeti eleştirmek, hatta yapabiliyorsanız, değiştirmek yeterli değildir o kız çocuğunun gözlerindeki gizemi çözmeye. Daha başka şeylere de gereksinimiz vardır. O çocuklara hayatı daha başka türlü anlatmaya, onları yetiştiren, eğiten, bilgilendiren büyüklerinin de değişmeye başlaması gerek değil mi sizce?
Bütün bunlar, analar ve babaların masumiyetinin altına gizlenen kız çocuğunun özgürlüğünden de neler alıp götürdüğünü anlamamız adına, hukuksal metinlerdeki çekincelerin karamsar gerekçelerine sarılmadan, yok edici egemenlik iddialarına sığınmadan, toplumun maddi yaşantısındaki değişimlerin moral beklentilerini dolduracak yeni aydınlıklara kapıyı kapamadan, hoş görüyle ciddiye alınmalı, değil mi sizce?
21 Haziran 2013 Cuma
Türk Siyasetinde Kırılma Noktaları
(15.10.2006' da yazımıştır)
Dün akşam (10.10.2006) CNN Türk ve NTV deki programlarda yapılan tartışmalarda da gördük ki, siyasette iki ana sorun var: Kürt Meselesi(terör diyor kimileri) ve İrtica tehlikesi (şeriat tehdidi diyor kimileri). Sorunun siyasal tarafında ise iki ana cepheleşme ortaya çıkıyor:
1. Statükodan yana olanlar 2. Reform yanlıları.
Askerlerin başının çektiği birinci gurup, devlet içindeki mevcut dengelerin değişmesinden son derece rahatsız. Daha fazla özgürlük ve hoşgörü yerine mevcut yasak ve sınırlamaların aynen devam etmesinden yanalar. Sağcı partilerin ve liberallerin desteklediği reform yanlısı olanlar ise daha çok siyasal belirsizlik yerine, huzur ve istikrar için bazı fedakârlıkların yapılmasından yanalar. Toplumsal barış sağcılar için önem kazanıyor. Bunu arkasında ekonomideki olumlu beklentiler var. Sıcak para destekli, düşük enflasyonlu hızlı büyüme, bütün adaletsiz sonuçlarına rağmen ancak toplumu daha çok germeden sağlanabilir çünkü. Çatışmanın sınıfsal temelli bir politik çizgiye girmesi gibi şimdilik “acil” bir tehlike olmadıkça, irtica ve terör diye algılatılmak istenen “Kürt sorunu” için kolları sıvamanın zamanı. Değişime direnen tutucu güçlerin pasifize edilmesi de bunun başarılmasına bağlı. ABD ve AB desteği de bu noktalarda önem kazanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Kuzey Irak'taki gelişmelere karşı alınacak tavır da bu eksende belirlenecek.
Dikkat edilirse bu iyimser cephe aşırı milliyetçi tırmanışa karşı da dikkatli yaklaşıyor. DYP ve MHP’nin sağduyulu yaklaşımları yeni bir format belirleme olarak görülüyor ve genel yaklaşımla örtüşüyor. Askerlerin başının çektiği cephede ise Kürt sorunu diye bir sorunu kabul etmek bile parçalanma tehdidine sessiz kalma olarak algılanıyor. Demokratikleşme, siyasal çözüm gibi önerilere, PKK’nın elini güçlendirecek korkusuyla karşı çıkılıyor, hem de tehditkâr bir tarzda. İrtica tehlikesi söyleminin arkasında da aynı güvensizlik, kendini huzursuz hissetme refleksi var. Demokratik devlet yerine baskıcı devlet olma alışkanlığının getirdiği ön kabullerle yerini sağlama alma alışkanlığı denebilir buna.
Sonuçta iktidarın bir parçası olma yerine, kendilerini parçalayacak bir belirsizliğe tahammül etmeleri kolay değil bu çevrelerin. Bunun asıl suçlusu da aslında devleti demokratik bir zemine oturtmakta hep başarısız kalmış sermayeci, genel sağcı yaklaşım ve politikalar. Liberallerin ve dinci çevrelerin birleştikleri güçlü nokta da bu ve “süreklilik” de, bu kaldıraca dayanarak sağlanmak isteniyor aslında.
Dolayısıyla beklenen çözümlerin ne onların istediği tarzda ve zamanda yapılaması kolay olacak, ne de, bu tek başına, halkın çok boyutlu sorunlarının çözümüne yetecek. Onun için sol siyasetin güçlenmesi gerek. Sosyal demokratları da adam edecek sol bir kavramlaştırma ile siyasetin içinin doldurulması, güçlü bir alternatif yaratmanın becerisini göstermek gerekiyor.Kadrolardaki deneyimsizlik önemli bir engel buna. Zaten gecikmenin sebebi de bu. Ama başka çare de yok. Yoksa miting siyasetiyle dar çevreciliği aşmak mümkün değil. Onun için bu aşama bir anlamda düşünsel bir sıçrama demek.
Kaybedenlerle omuz omuza, hayatın içinden gelecek ve sabırla çalışacak bir sol; bilgiçlik yerine faydayı, kendine özgüvenle korkusuzca savunacak halkıyla ele ele bir sol; birliğin gücüne inanmış ve egolarını aşmış bir sol; günlük siyasete ben de varım diyerek girmeye cesaret edecek bir sol...
Nerde o sol.
Dün akşam (10.10.2006) CNN Türk ve NTV deki programlarda yapılan tartışmalarda da gördük ki, siyasette iki ana sorun var: Kürt Meselesi(terör diyor kimileri) ve İrtica tehlikesi (şeriat tehdidi diyor kimileri). Sorunun siyasal tarafında ise iki ana cepheleşme ortaya çıkıyor:
1. Statükodan yana olanlar 2. Reform yanlıları.
Askerlerin başının çektiği birinci gurup, devlet içindeki mevcut dengelerin değişmesinden son derece rahatsız. Daha fazla özgürlük ve hoşgörü yerine mevcut yasak ve sınırlamaların aynen devam etmesinden yanalar. Sağcı partilerin ve liberallerin desteklediği reform yanlısı olanlar ise daha çok siyasal belirsizlik yerine, huzur ve istikrar için bazı fedakârlıkların yapılmasından yanalar. Toplumsal barış sağcılar için önem kazanıyor. Bunu arkasında ekonomideki olumlu beklentiler var. Sıcak para destekli, düşük enflasyonlu hızlı büyüme, bütün adaletsiz sonuçlarına rağmen ancak toplumu daha çok germeden sağlanabilir çünkü. Çatışmanın sınıfsal temelli bir politik çizgiye girmesi gibi şimdilik “acil” bir tehlike olmadıkça, irtica ve terör diye algılatılmak istenen “Kürt sorunu” için kolları sıvamanın zamanı. Değişime direnen tutucu güçlerin pasifize edilmesi de bunun başarılmasına bağlı. ABD ve AB desteği de bu noktalarda önem kazanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Kuzey Irak'taki gelişmelere karşı alınacak tavır da bu eksende belirlenecek.
Dikkat edilirse bu iyimser cephe aşırı milliyetçi tırmanışa karşı da dikkatli yaklaşıyor. DYP ve MHP’nin sağduyulu yaklaşımları yeni bir format belirleme olarak görülüyor ve genel yaklaşımla örtüşüyor. Askerlerin başının çektiği cephede ise Kürt sorunu diye bir sorunu kabul etmek bile parçalanma tehdidine sessiz kalma olarak algılanıyor. Demokratikleşme, siyasal çözüm gibi önerilere, PKK’nın elini güçlendirecek korkusuyla karşı çıkılıyor, hem de tehditkâr bir tarzda. İrtica tehlikesi söyleminin arkasında da aynı güvensizlik, kendini huzursuz hissetme refleksi var. Demokratik devlet yerine baskıcı devlet olma alışkanlığının getirdiği ön kabullerle yerini sağlama alma alışkanlığı denebilir buna.
Sonuçta iktidarın bir parçası olma yerine, kendilerini parçalayacak bir belirsizliğe tahammül etmeleri kolay değil bu çevrelerin. Bunun asıl suçlusu da aslında devleti demokratik bir zemine oturtmakta hep başarısız kalmış sermayeci, genel sağcı yaklaşım ve politikalar. Liberallerin ve dinci çevrelerin birleştikleri güçlü nokta da bu ve “süreklilik” de, bu kaldıraca dayanarak sağlanmak isteniyor aslında.
Dolayısıyla beklenen çözümlerin ne onların istediği tarzda ve zamanda yapılaması kolay olacak, ne de, bu tek başına, halkın çok boyutlu sorunlarının çözümüne yetecek. Onun için sol siyasetin güçlenmesi gerek. Sosyal demokratları da adam edecek sol bir kavramlaştırma ile siyasetin içinin doldurulması, güçlü bir alternatif yaratmanın becerisini göstermek gerekiyor.Kadrolardaki deneyimsizlik önemli bir engel buna. Zaten gecikmenin sebebi de bu. Ama başka çare de yok. Yoksa miting siyasetiyle dar çevreciliği aşmak mümkün değil. Onun için bu aşama bir anlamda düşünsel bir sıçrama demek.
Kaybedenlerle omuz omuza, hayatın içinden gelecek ve sabırla çalışacak bir sol; bilgiçlik yerine faydayı, kendine özgüvenle korkusuzca savunacak halkıyla ele ele bir sol; birliğin gücüne inanmış ve egolarını aşmış bir sol; günlük siyasete ben de varım diyerek girmeye cesaret edecek bir sol...
Nerde o sol.
18 Haziran 2013 Salı
Sosyal Medyadan Korkuyorlar
Erdoğan bir yandan polis güçlerini daha etkin kullanacaklarini aciklarken bir yandan da milyonların doldurduğu sanal meydanlara yani sosyal medyaya yeni düzenlemeler getirmeye hazirlaniyor. Baskilama ve korkutma yoluyla sosyal medyadaki özgürlükleri kaldirmak istiyor. Bu son derece tehlikeli bir girisim. Çünkü sosyal medyayi kontol etmek dusuncesi mevcut yasalarin uzerine yeni bir duzenleme getirmekten cok insanları ürkütmeyi ve uzaklastirmayi hedefleyen bir taktik plani iceriyor. Boylece insanlarin haberlesme , iletisim kurma, dusuncelerini savunma haklari polis devleti duzenlemesiyle ellerinden alinmak isteniyor. Bu tekrar ediyorum mevcut suclara yeni bir tanim eklemekten ziyade doğrudan sosyal medyaya yonelmis bir tehdittir. Dunyada esi benzeri olmayan hir tehdit hem de. Ilkleri basaran bir basbakandan ne beklenir ki?
Barış Süreci Tepetaklak
Ülkeyi bana oy verenler(buna milli irade diyor) ve oyuna gelen muhalifler diye ikiye ayiran bu iki kesim arasinda nefret duygularini tahrik eden sorumsuz bir siyaset adami var karsimizda. Bu kafa kritik bir süreçten gecerken umutlarinin yeserdigi bir tarihsel noktada butun iyimser beklentileri mahvetmistir. Gezi olaylari ile tetiklenen Toplumsal muhalefet özgürlük ve demokrasi icin sesini yukseltmis, Erdoğan'a ciddi bir uyarida bulunmustur. Ancak ayni muhalefet Kürtlerle saglanacak barışın da ayni demokratik cizgide bulusarak olabilecigini anlamalidir. Bu konuda muhalif bilesenlerin ortak siyasi iradesi beklentilerin gerisindedir maalesef. Ama elimizden geldiği kadar bu bulusma aralığını kapatmak zorundayiz. Erdogan bunun farkinda ve bunu kullanacak...
12 Haziran 2013 Çarşamba
Erdogan Diyalog Istemiyor
Erdoğan'nin Gezi parkini isgale hazırlandığı herkesin malumu...Uzlasma, diyalaog yerine saldiri ile dirensi bastirmak bu planin düsturu. Erdogan diyalogdan geri adim atmayi anliyor. Direnisin örgütsüzlugunu bildiginden kalabalikla diyalog kurmak yerine catismayi kendine gore daha akillica buluyor... Bu tercih onun siyasal mesrebiyle örtüşüyor. Ulkeyi kargasaya mi yoksa demokratiklesme cizgisine mi getirecegini soylemek simdiden erken, ama ben herseye ragmen demokratiklesme ve barışi ozleyen biri olarak umudumu koruyorum.Erdogan Diyalog Istemiyor
11 Haziran 2013 Salı
Ergenekon Davası ve Tartışmalar(27 Mart 2009)
Türkiye bir süredir Ergenekon Davası ile çalkalanıyor. 2009'da ülkemizde doruğa çıkması beklenen krize bir de siyasal bir kriz eklenecek gibi gözüküyor. Ergenekon olayı solun bir bölümünce "devletin içinde egemenler arası bir iç hesaplaşma" olarak görüldü. BirGün gazetesinde manşetten dile getirilen "Yiyin Birbirinizi" yaklaşımı solun hayatın kenarında kalmasının başka bir örneği olarak eleşitirildi. Buna karşılık sol liberal çevreler bu konuda başlarda hemen bir iyimserliğe kapılarak AKP'nin statükoyu sarsacağını ve askeri-bürokratik baskıcı-emredici otoriter yapıyla bunlar etrafında şekillenen devletçi ideolojiye darbe indireceğini düşündüler.
Sonuçta toplumun bir bölümü Ergenokon yapılanmasına karşı durup bunu demokratik açılımın umut verici bir etabı olarak görürken diğer bir bölümü; ulusalcı, kemalist reflekslerle bilinen geleneksel duruşlarını gösteren çevreler, bu gelişmeleri laikliğe ve Cumhuriyetin temel kurumlarına karşı bir mücadelenin adımı olarak değerlendirdiler.
Bunların dışında kalan bağımsız aydınlar ve yazarlar ise Ergenekon gerçeğinin derin devlet ve silahlı çeteler arası ilişkiler ağı içinde ele alınarak uzunca süredir sahnelenen alışılmış entrikaların ve provokasyonların hukuk devleti gücüyle engellenmesini savundular ve gerçek demokrasinin sağlanması açısından bu soruşturmaya, AKP'nin laiklik karşıtı beklentilerini ayrı tutarak, tarihsel süreç açısından olumlu baktılar. Ancak Ergenokon soruşturması sırasındaki hukuki gariplikler, genişleyen tutuklamalar, ilgisiz gibi görünen olay ve kişilerin yan yana getirilmeleri bu soruşturmaya karşı kamuoyunda güvensizlik duyulmasına yol açtı. Kısaca ülke siyasal anlamda ekonomik kriz yanında başka bir tartışmaya doğru süreklenmeye başladı.
Soruşturmanın hukuki dayanaklarının anlaşılması hiç şüphesiz suçluların ortaya çıkartılması, adam öldürme, bombalama gibi gözle görülen işlenmiş suçların faillerinin bulunmasına hizmet edecek ve bu tür eylemlerde devlet adına hareket edenlerin artık bir daha tekerrür etmeyecek şekilde engellenmesini sağlayacaktır. Bu konuda olgunlaşacak tepkiler ve duyarlılığın artması demokrasinin derinliği açısından elbette önemli. Bu olayın çeteleşme, cinayet, sabotaj gibi iddianamede detaylarıyla işlenen genişletilmiş örgütsel bağlantılarının ortaya çıkartılması dışında yakın tarihimizin en ciddi siyasal hesaplaşmasının da konusunu teşkil etmesi, yeni bir siyasal sürecin de başlangıcında olduğumuz iyimserliğini uyandırmaktadır.
Taraflar
Ancak burada kafaları karıştıran, bu hesaplaşmanın hangi taraflar arasında başlayan bir süreç olduğunun hukuk ve demokrasi ilkeleri açısından verilecek yanıtıdır. Bunun için biraz geçmişe bakıp, devlet-siyaset yapılanmasıyla içi içe çalışan yakın tarihimizdeki darbelerin hatırlanması yeterli: 27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül-28 Şubat müdahalelerini yaşatan sosyal kırılma, sınıfsal çatışma, yönetenler açısından siyasi boşluk, statükoculuk, korumacı zihniyet, ordunun ağırlığı, halksız siyaset, devlete tabilik gibi sıralanacak sosyolojik ve tarihsel etkenlerin hazırladığı etkileşim halkalarına bakıldığında içinde bulunduğumuz karmaşık yapının anlaşılırlığı nispeten kolaylaşır.
Unutmayalım ki, bu ülkede ihtilal yapılması için ana muhalefet liderinden onay isteyenler; demokrasiden umudunu yitirip silahlı bir müdahale ile toplumcu bir devrim yapmak isteyen sivil-asker oluşumlar; sınıfsal çatışmaların tırmanmasından ürkerek statükonun devamını üstlenen işbirlikçi darbeci zihniyetler de olmuştur ve siyasetin bir türlü normalleşemediği bir toplumda bu tür müdahaleler siyasal hayatımızın “olağanlaştırılması” adına çözüm olarak görülmüştür.
Yaşam tarzı dönüşüme uğrayan, modern siyasal yönetim araçlarını çalıştırmakta sorunlu olan; derinleşmemiş bir hukuk sistemini uygulamakta zorlanan; demokratlık, sınıfsal haklarını, eşitlik, adalet, özgürlük temelinde toplumsallaştıramamış olan; örgütlülük, hoşgörü, eğitim, kültürel donanımlar gibi beceri ve özellikleri yeteri kadar içselleştirmemiş bir toplumda kakofoniyi andıran bir karmaşadan kurtulmamızın çok güç olacaktır.
Taban mücadelesi
Yaşananları anlaşılır kılmak için bu güne kadar toplumsal hafızamıza yerleşmiş ön kabullerden kurtulup, eksikliklerimizin üstüne nesnel bir analizle gitmeliyiz. Bu bağlamda öncelikle, içinde yaşadığımız toplumun demokrasi tarihinin önümüze getirdiği engelleri aşmak zorundayız. Demokrasiyi devletin vatandaşına sunduğu bir lütuf olarak değil tabandan gelen mücadelelerle güçlenerek meşrulaşmış, eşitlikçi ve özgürleştirici haklara dayanarak işleyen toplumsal yaşamın temel ekseni olarak göremediğimiz sürece bu tarz yasa dışı eğilimlere engel olamayız.
Öte yandan, Ergenekon soruşturmasının beklenen sonuçları itibarıyla mevcut iktidarın tarihsel karşıtlarına karşı bir üstünlük kazanma, meşruluğunu güvence altına alma, siyasal ağırlığını toplumun inanç sistemlerindeki beklentileri üzerine kurma iradesi gibi tartışma götürür eğilimleri olması bu davadan umulan sonuçların zayıflamasına neden olmaktadır.
AKP iktidarının meşruluğunu geleneksel yapıya karşı savunma güdüsünün uzantısı sayılacak olan bir hukuk savaşı siyasi mevzilenme açısından kendisini güçlü kılacak kamusal desteğinin de temellerini oluşturmakta, kaçınılmaz şekilde siyasal güçlenme manevrasına dönüşmektedir. Sonuçta AKP iktidara gelmesiyle başlayan siyasetin yeni güçlerine karşı duyulan güvensizlik, böylesine bir temizlik harekatında olması gerekenin tersine hafızalarda silinmeyen endişelere yol açmakta, soruşturma amacıyla yürütülen kimi operasyonlar toplumda şüphe ve tepkiyle karşılanmaktadır. Toplumun sosyal altüst oluşunun şekillendiriği yeni şehirli sınıfların biçimlendirdiği siyasallaşma ile bu süreçten tedirginlik duyan geleneksel sosyal katmanların destek verdiği eskimiş otoriter-kurtarıcı yapıların çözüm arama tarzları arasında derinleşen kırılımın bunun en temel nedeni olduğunu söylemek gerekir.
Bu kırılımın açığa vurulması, şimdiye kadar faaliyetleri derin devlet güçlerince gizli bırakılmış suç örgütlerinin üzerine gitmekten çekinmeyen AKP iktidarının bir yandan elini güçlendirirken diğer yandan inandırıcılığını kanıtlanması açısından demokrasi açılımında da beklentilerin yükselmesine yol açmaktadır.
Aydınlatılamayan Susurluk olayı, Hizbullah-derin devlet ilişkileri, Üzeyir Garih cinayeti, Danıştay-Cumhuriyet baskını, Hrant Dink cinayeti gibi bir sürü kirli işlerin faillerinin AKP iktidarına tahammül edemeyen bir takım muhaliflerle bir arada yargılanmaya başlanması bu sürecin hukuk yönünü zayıflatarak siyasal bir mevzilenme ve gündem yaratma arzusunu akıllara getirmektedir. Bunun yerine Cengiz Çandar'ın dediği gibi Ergenekon iddianameleri “sadece araçlara değil, ‘amac'ı ortaya çıkaracak şekilde hazırlandığı ve iddialar maddi bulgularla desteklendiği ölçüde ikna edici ve etkili” olabilecektir.
Demokrasi platformu
Bu gelişmelere ana muhalefetin bakışının ise atılan adımların hukuk ve demokrasi açısından yeni bir yapılanma, tehditlerden arınma, siyasal anlamda temizlenme fırsatı olarak görülerek hukuka sahip çıkılması yerine taraflardan birini şartsız savunmak olması karamsar olmayı gerektiren diğer bir unsurdur.
Bu entrikalar ve siyasi hesaplaşmalar zincirinden bu tarz yaklaşımlarla kurtulmamız ve demokrasiyi sağlam bir zemine oturtmamız mümkün değildir. Parlamento dışında kalmış kişi ve kurumların bu hesaplaşmaları doğru tahlil edip, aldatılmak istenmediklerini yüksek sesle söylemeleri gerekiyor. Dava süreci içinde bir demokrasi platformunu sol oluşturmalıdır. Halksız siyasetin oyuncularına kendi çıkarlarına göre gündem yaratma, haber kirliliği yayma, beyin yıkama fırsatı tanımazsak, bunun için el birliği ile gerçek demokrasinin bilincini yaymaya, siyasal muhalefetin asli unsuru olduğumuzu her alanda göstermeye çalışırsak bu hesaplaşmaların yapay çizgisinden ülkemizi kurtarabiliriz
Sonuçta toplumun bir bölümü Ergenokon yapılanmasına karşı durup bunu demokratik açılımın umut verici bir etabı olarak görürken diğer bir bölümü; ulusalcı, kemalist reflekslerle bilinen geleneksel duruşlarını gösteren çevreler, bu gelişmeleri laikliğe ve Cumhuriyetin temel kurumlarına karşı bir mücadelenin adımı olarak değerlendirdiler.
Bunların dışında kalan bağımsız aydınlar ve yazarlar ise Ergenekon gerçeğinin derin devlet ve silahlı çeteler arası ilişkiler ağı içinde ele alınarak uzunca süredir sahnelenen alışılmış entrikaların ve provokasyonların hukuk devleti gücüyle engellenmesini savundular ve gerçek demokrasinin sağlanması açısından bu soruşturmaya, AKP'nin laiklik karşıtı beklentilerini ayrı tutarak, tarihsel süreç açısından olumlu baktılar. Ancak Ergenokon soruşturması sırasındaki hukuki gariplikler, genişleyen tutuklamalar, ilgisiz gibi görünen olay ve kişilerin yan yana getirilmeleri bu soruşturmaya karşı kamuoyunda güvensizlik duyulmasına yol açtı. Kısaca ülke siyasal anlamda ekonomik kriz yanında başka bir tartışmaya doğru süreklenmeye başladı.
Soruşturmanın hukuki dayanaklarının anlaşılması hiç şüphesiz suçluların ortaya çıkartılması, adam öldürme, bombalama gibi gözle görülen işlenmiş suçların faillerinin bulunmasına hizmet edecek ve bu tür eylemlerde devlet adına hareket edenlerin artık bir daha tekerrür etmeyecek şekilde engellenmesini sağlayacaktır. Bu konuda olgunlaşacak tepkiler ve duyarlılığın artması demokrasinin derinliği açısından elbette önemli. Bu olayın çeteleşme, cinayet, sabotaj gibi iddianamede detaylarıyla işlenen genişletilmiş örgütsel bağlantılarının ortaya çıkartılması dışında yakın tarihimizin en ciddi siyasal hesaplaşmasının da konusunu teşkil etmesi, yeni bir siyasal sürecin de başlangıcında olduğumuz iyimserliğini uyandırmaktadır.
Taraflar
Ancak burada kafaları karıştıran, bu hesaplaşmanın hangi taraflar arasında başlayan bir süreç olduğunun hukuk ve demokrasi ilkeleri açısından verilecek yanıtıdır. Bunun için biraz geçmişe bakıp, devlet-siyaset yapılanmasıyla içi içe çalışan yakın tarihimizdeki darbelerin hatırlanması yeterli: 27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül-28 Şubat müdahalelerini yaşatan sosyal kırılma, sınıfsal çatışma, yönetenler açısından siyasi boşluk, statükoculuk, korumacı zihniyet, ordunun ağırlığı, halksız siyaset, devlete tabilik gibi sıralanacak sosyolojik ve tarihsel etkenlerin hazırladığı etkileşim halkalarına bakıldığında içinde bulunduğumuz karmaşık yapının anlaşılırlığı nispeten kolaylaşır.
Unutmayalım ki, bu ülkede ihtilal yapılması için ana muhalefet liderinden onay isteyenler; demokrasiden umudunu yitirip silahlı bir müdahale ile toplumcu bir devrim yapmak isteyen sivil-asker oluşumlar; sınıfsal çatışmaların tırmanmasından ürkerek statükonun devamını üstlenen işbirlikçi darbeci zihniyetler de olmuştur ve siyasetin bir türlü normalleşemediği bir toplumda bu tür müdahaleler siyasal hayatımızın “olağanlaştırılması” adına çözüm olarak görülmüştür.
Yaşam tarzı dönüşüme uğrayan, modern siyasal yönetim araçlarını çalıştırmakta sorunlu olan; derinleşmemiş bir hukuk sistemini uygulamakta zorlanan; demokratlık, sınıfsal haklarını, eşitlik, adalet, özgürlük temelinde toplumsallaştıramamış olan; örgütlülük, hoşgörü, eğitim, kültürel donanımlar gibi beceri ve özellikleri yeteri kadar içselleştirmemiş bir toplumda kakofoniyi andıran bir karmaşadan kurtulmamızın çok güç olacaktır.
Taban mücadelesi
Yaşananları anlaşılır kılmak için bu güne kadar toplumsal hafızamıza yerleşmiş ön kabullerden kurtulup, eksikliklerimizin üstüne nesnel bir analizle gitmeliyiz. Bu bağlamda öncelikle, içinde yaşadığımız toplumun demokrasi tarihinin önümüze getirdiği engelleri aşmak zorundayız. Demokrasiyi devletin vatandaşına sunduğu bir lütuf olarak değil tabandan gelen mücadelelerle güçlenerek meşrulaşmış, eşitlikçi ve özgürleştirici haklara dayanarak işleyen toplumsal yaşamın temel ekseni olarak göremediğimiz sürece bu tarz yasa dışı eğilimlere engel olamayız.
Öte yandan, Ergenekon soruşturmasının beklenen sonuçları itibarıyla mevcut iktidarın tarihsel karşıtlarına karşı bir üstünlük kazanma, meşruluğunu güvence altına alma, siyasal ağırlığını toplumun inanç sistemlerindeki beklentileri üzerine kurma iradesi gibi tartışma götürür eğilimleri olması bu davadan umulan sonuçların zayıflamasına neden olmaktadır.
AKP iktidarının meşruluğunu geleneksel yapıya karşı savunma güdüsünün uzantısı sayılacak olan bir hukuk savaşı siyasi mevzilenme açısından kendisini güçlü kılacak kamusal desteğinin de temellerini oluşturmakta, kaçınılmaz şekilde siyasal güçlenme manevrasına dönüşmektedir. Sonuçta AKP iktidara gelmesiyle başlayan siyasetin yeni güçlerine karşı duyulan güvensizlik, böylesine bir temizlik harekatında olması gerekenin tersine hafızalarda silinmeyen endişelere yol açmakta, soruşturma amacıyla yürütülen kimi operasyonlar toplumda şüphe ve tepkiyle karşılanmaktadır. Toplumun sosyal altüst oluşunun şekillendiriği yeni şehirli sınıfların biçimlendirdiği siyasallaşma ile bu süreçten tedirginlik duyan geleneksel sosyal katmanların destek verdiği eskimiş otoriter-kurtarıcı yapıların çözüm arama tarzları arasında derinleşen kırılımın bunun en temel nedeni olduğunu söylemek gerekir.
Bu kırılımın açığa vurulması, şimdiye kadar faaliyetleri derin devlet güçlerince gizli bırakılmış suç örgütlerinin üzerine gitmekten çekinmeyen AKP iktidarının bir yandan elini güçlendirirken diğer yandan inandırıcılığını kanıtlanması açısından demokrasi açılımında da beklentilerin yükselmesine yol açmaktadır.
Aydınlatılamayan Susurluk olayı, Hizbullah-derin devlet ilişkileri, Üzeyir Garih cinayeti, Danıştay-Cumhuriyet baskını, Hrant Dink cinayeti gibi bir sürü kirli işlerin faillerinin AKP iktidarına tahammül edemeyen bir takım muhaliflerle bir arada yargılanmaya başlanması bu sürecin hukuk yönünü zayıflatarak siyasal bir mevzilenme ve gündem yaratma arzusunu akıllara getirmektedir. Bunun yerine Cengiz Çandar'ın dediği gibi Ergenekon iddianameleri “sadece araçlara değil, ‘amac'ı ortaya çıkaracak şekilde hazırlandığı ve iddialar maddi bulgularla desteklendiği ölçüde ikna edici ve etkili” olabilecektir.
Demokrasi platformu
Bu gelişmelere ana muhalefetin bakışının ise atılan adımların hukuk ve demokrasi açısından yeni bir yapılanma, tehditlerden arınma, siyasal anlamda temizlenme fırsatı olarak görülerek hukuka sahip çıkılması yerine taraflardan birini şartsız savunmak olması karamsar olmayı gerektiren diğer bir unsurdur.
Bu entrikalar ve siyasi hesaplaşmalar zincirinden bu tarz yaklaşımlarla kurtulmamız ve demokrasiyi sağlam bir zemine oturtmamız mümkün değildir. Parlamento dışında kalmış kişi ve kurumların bu hesaplaşmaları doğru tahlil edip, aldatılmak istenmediklerini yüksek sesle söylemeleri gerekiyor. Dava süreci içinde bir demokrasi platformunu sol oluşturmalıdır. Halksız siyasetin oyuncularına kendi çıkarlarına göre gündem yaratma, haber kirliliği yayma, beyin yıkama fırsatı tanımazsak, bunun için el birliği ile gerçek demokrasinin bilincini yaymaya, siyasal muhalefetin asli unsuru olduğumuzu her alanda göstermeye çalışırsak bu hesaplaşmaların yapay çizgisinden ülkemizi kurtarabiliriz
Siyasete Biçim Vermek
Erdogan'nin polisi adim adim inatla Gezi parki direnisini kirmaya yonelik planlarini hayata geciriyor. Talimat büyük yerden...Gözü dönmüş bir başvekil kimseyi dinemiyor...Tipki tarihteki benzerlerleri gibi...
Türkiye boyle bir sürecin icinde demokrasiyi saglamlastiracak direncine kavusuyor...Tepeden değil tabandan gelen bir gucle...Yeni Turkiyenin insanı politik tavrını kendine özgü bicimlerde ortaya koyuyor...Siyasete bicim veriyor...Bundan sonra degisimden yana ilerici, solcu, devrimci ve laik sol siyasetin de bundan çıkartacağı dersler var. Ustten bakan, kalıplara sıkışmış bir sol değil, hayatin icinde varlik bicimini dogrulamaya calisan dinamik bir yaraticilik gerek...
Türkiye boyle bir sürecin icinde demokrasiyi saglamlastiracak direncine kavusuyor...Tepeden değil tabandan gelen bir gucle...Yeni Turkiyenin insanı politik tavrını kendine özgü bicimlerde ortaya koyuyor...Siyasete bicim veriyor...Bundan sonra degisimden yana ilerici, solcu, devrimci ve laik sol siyasetin de bundan çıkartacağı dersler var. Ustten bakan, kalıplara sıkışmış bir sol değil, hayatin icinde varlik bicimini dogrulamaya calisan dinamik bir yaraticilik gerek...
Süreci Doğru Okumak
Zor olduğu kadar çok farklı bir sürecin içinden geçiyoruz. Her şey hızlı bir şekilde değişiyor. Yakın bir geçmişte devlet dilinde terörist diye gecen PKK gerillaları ile kucaklaşan BDP'lilerin dokunulmazlığı konuşulurken şimdi normalleşme şartlarının taraflara getirdiği karşılıklı yükümlülükle tartışılıyor. Tabii bazılarının sinir volümleri yükseliyor ama bu tepkilere rağmen süreç artık bir daha silahların konuşmayacağı bir evreye doğru ilerliyor.
Yöntemini beğenelim beğenmeyelim, içeriğini eksik bulalım, bulmayalım; tarihsel olarak yasadığımız anın ne kadar yaşamsal bir eşik olduğunu kabul etmek zorundayız.
Hiç bir şey bütün dirençlere rağmen geçmişe benzemeyecek artık.
Her şey umut edilen kadar mükemmellikte ve herkesi mutlu edecek kadar eksiksiz olmayacak hemen. Bir çoğumuzun morali bozulacak, iyimserliğin boş bir hayal,olduğunu hatırlatan sıkıntılar yaşanacak. Hata bir şeyler iyi giderken muhafazakar dinci iktidarın demokrasi dışı alışkanlıkları ruhumuzu karartacak, beklenen özgürlükçü ortamın ertelenmekte oluşu bizi karamsarlığa sürükleyecek.
Türkiye böyle bir ülke.
Geçmişin bütün anormallikleri bir çırpıda düzelmiyor ne yazıkki...Kalıntıları temizlemek için göreve soyunanların sınıfsal, kültürel özellikleri demokras iyi kurmaya yetmiyor. Bu sadece onların yetersizliklerinden değil geçmişten miras alınan tarihsel yapının değişime direncinden de kaynaklanıyor. Cumhuriyetin yarattığı derin şartlanmaların mağdurlarından oluşan Kemalist kitlelerin kafa karışıklığı da kolay hal olacak bir mesele değil. Tarihin şekillendirdiği devrimci unsurların Türkiye koşullarında siyasal ve sosyal hayata tutunma tarzlarındaki özgünlük de süreçte yeteri kadar rol oynamalarını engelliyor.
Ama her şeye rağmen iyimser olmalıyız.
Silahın susması için otuz yıldır binlerce gencimizi yitirdik. Onları yetiştiren ana ve babaların hayatları söndü. Her iki tarafın da şehitleri unutulmaz yaralar açtı belleklerde.
Savaşırken yüreklerdeki kilidi kırmak çok zordur.
Onun için silahların susması savaşan taraflar için bir özeleştiri fırsatıdır. Anlaşma bu özeleştirinin üzerinde yükselebilirse kalıcı olabilir. Kimsenin ötekisine üstünlüğünü dayatmayacağı bir empati adil olmanın ilk adımıdır.
Buna çeşitli itirazlar gelebilir. Bunu da savaştan yana olmak olarak değil ruhlarda yaratığı tahribatın kaçınılmaz sonucu diye düşünmek lazım. Sürece itiraz edenlerin bile savaşa karşı olduklarını söylemelerini bu yüzden bir savaş karşıtlığı diye okuyabiliriz.
Şuraya gelmek istiyorum. Yaşadığımız süreç çok yönlü kırılmaların yanı sıra etkileşimlerin de geçerli olduğu karmaşık bir değişim hali. Umudu ve endişeyi yan yana yaşayabilmemiz bundan.
Ama bilelim ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık. Bunun yarattığı şok sıkıntılarla ve sancılarla atlatılacak. Zamanın bize verdiği bir şans var. Bu şansı iyi kullanabilirsek bu topraklarda gelecek nesillerin daha huzurlu ve güven içinde yaşamalarını sağlayabiliriz.
Yöntemini beğenelim beğenmeyelim, içeriğini eksik bulalım, bulmayalım; tarihsel olarak yasadığımız anın ne kadar yaşamsal bir eşik olduğunu kabul etmek zorundayız.
Hiç bir şey bütün dirençlere rağmen geçmişe benzemeyecek artık.
Her şey umut edilen kadar mükemmellikte ve herkesi mutlu edecek kadar eksiksiz olmayacak hemen. Bir çoğumuzun morali bozulacak, iyimserliğin boş bir hayal,olduğunu hatırlatan sıkıntılar yaşanacak. Hata bir şeyler iyi giderken muhafazakar dinci iktidarın demokrasi dışı alışkanlıkları ruhumuzu karartacak, beklenen özgürlükçü ortamın ertelenmekte oluşu bizi karamsarlığa sürükleyecek.
Türkiye böyle bir ülke.
Geçmişin bütün anormallikleri bir çırpıda düzelmiyor ne yazıkki...Kalıntıları temizlemek için göreve soyunanların sınıfsal, kültürel özellikleri demokras iyi kurmaya yetmiyor. Bu sadece onların yetersizliklerinden değil geçmişten miras alınan tarihsel yapının değişime direncinden de kaynaklanıyor. Cumhuriyetin yarattığı derin şartlanmaların mağdurlarından oluşan Kemalist kitlelerin kafa karışıklığı da kolay hal olacak bir mesele değil. Tarihin şekillendirdiği devrimci unsurların Türkiye koşullarında siyasal ve sosyal hayata tutunma tarzlarındaki özgünlük de süreçte yeteri kadar rol oynamalarını engelliyor.
Ama her şeye rağmen iyimser olmalıyız.
Silahın susması için otuz yıldır binlerce gencimizi yitirdik. Onları yetiştiren ana ve babaların hayatları söndü. Her iki tarafın da şehitleri unutulmaz yaralar açtı belleklerde.
Savaşırken yüreklerdeki kilidi kırmak çok zordur.
Onun için silahların susması savaşan taraflar için bir özeleştiri fırsatıdır. Anlaşma bu özeleştirinin üzerinde yükselebilirse kalıcı olabilir. Kimsenin ötekisine üstünlüğünü dayatmayacağı bir empati adil olmanın ilk adımıdır.
Buna çeşitli itirazlar gelebilir. Bunu da savaştan yana olmak olarak değil ruhlarda yaratığı tahribatın kaçınılmaz sonucu diye düşünmek lazım. Sürece itiraz edenlerin bile savaşa karşı olduklarını söylemelerini bu yüzden bir savaş karşıtlığı diye okuyabiliriz.
Şuraya gelmek istiyorum. Yaşadığımız süreç çok yönlü kırılmaların yanı sıra etkileşimlerin de geçerli olduğu karmaşık bir değişim hali. Umudu ve endişeyi yan yana yaşayabilmemiz bundan.
Ama bilelim ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık. Bunun yarattığı şok sıkıntılarla ve sancılarla atlatılacak. Zamanın bize verdiği bir şans var. Bu şansı iyi kullanabilirsek bu topraklarda gelecek nesillerin daha huzurlu ve güven içinde yaşamalarını sağlayabiliriz.
Anlamayanlar
Erdoğan karşı direniste...Butun medyası, adamlari kollari sivadilar...Beyin yikama, yalan, iftira, saptirma onlarda...Gezi parki direnisini sonlandirmak icin manevra hazırlıklari yapiliyor...Hareketi adim adim gozden dusurecekler akillarinca...Malum cevreler, marjinal kesimler demek kesmedi, faiz lobisi, dis gucler devreye sokuldu...Yakinda baskalarini da duyariz...Erdoğan taktigi bu..saldir ki senden korksunlar... Demokrasi, uzlasma, toplanti falan bunlarin hepsi oyalama...Cikacak kargasayi kendi lerine yarayacak sonuclar icin kullanacaklar, bu arada bir kac yuz kisinin cani yanmis, öfke seli büyümüş, ulkede huzursuz insanlar çığ gibi büyümüş ona ne? Tarihe bakin...Direnisin siiri fasizmin matematiğini yener sonunda...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
HERŞEYE RAĞMEN...
Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum. BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...
-
Aklım yanan otelin bitişiğinde kayak alanındaki görüntülerde bir yandan da. Yangın olup bitmiş ölen ölmüş, eğlenmeye devam dercesine başka...
-
Dünyamızın ve elbette ki ülkemizin başında bir Donald Trump heyhulası dolaşıyor. Daha şimdiden dünyada alarm zilleri çalmaya başladı bile. T...
-
Aşağıdaki adamın fotoğrafı gece uyumadan önce bakılacak bir görüntü değil hiç şüphesiz! Ama bu Pazartesi gecesi TS itibariyle 20'de ba...