Eğer 2017 anayasa referandumu ile Cumhurbaşkanlığı sisteminine geçilmeseydi, genel seçimler öncesi bu gün olduğu gibi bir millet ittifakı olur muydu, sanmıyorum. Sistem büyük olasılıkla yine başta ekonomik yıkım olmak üzere başarısız bir yönetim nedeniyle yıpranmış olsa da, bu gün olduğu gibi tek adama yönelik birleşik bir cephe oluşmayacak, partiler arası dayanışmanın tek hedef noktası Cumhurbaşkanı olmayacaktı. Onun yerine belki daha sağlıklı işleyecek bir partiler arası rekabet ile karşılaşacak, yaşadığımız sıkıntıların bir sistem ve anlayış meselesi olduğu bu nedenle daha açık tartışılır hale gelecekti.
Bu gün
ise iktidara yönelik birliktelik bence
asıl sorunları öteleyerek önceliği zorunlu olarak tek adam rejiminden
kurtulmaya vermiştir. Bu son derece
kaçınılmaz ve doğru bir tercih olsa da kendi içinde bazı sorunları da besliyor.
Sorun sadece
tek adam rejiminden kurtulmak olmasaydı krizden çıkışı sağlayacak çözümlerin yapısal karakteri daha
net açıklanır olacak, sorunun tarafları arasındaki farklılıklar daha iyi
anlaşılacaktı.
Bu gün hala
muhalefetin cumhurbaşkanı kim olacak tartışmasına saplandık kaldık. Hatta öyle
ki, bu konu ittifakın dağılmasına neden olacak
riskleri bile barındırıyor artık. Çünkü asıl sorunlar tartışılamadığı
için iktidar kanadı ittifakı parçalayacak mekanizmaları kullanarak karşısındaki
birlikteliği bozacak hamlelere başvuruyor. Bu ise siyasi rekabet uğruna toplumda
derinleşen bir parçalanmaya yol açıyor. Son HDP tartışmasında yaşananlar bunun son örneği. Millet ittifakını bozmak
için yasal hakların çiğnenmesi, bunun bir düşmanlaştırma politikasına kadar uzaması
toplumsal barışı bozarak siyasi avantaj
elde etmeye yarıyor. Diğer yandan Ana Muhalefet partisinde oylar beklenildiği
gibi artmıyor bir türlü. Bu bir güvensizliğin işareti sayılarak altılı masanın
hangi adayda karar kılacağı bir türlü netlik kazanmıyor. Çünkü kimse yanlış ata
oynamak istemiyor. Kaybedecek olan sadece Türkiye değil aynı zamanda iktidarın
yanında durmayan her partiyi hangi siyasi tarafta olsun, bekleyen bir ortak
tehdit var. Kimse seçimi kaybedecek bir cumhurbaşkanı adayı üzerinden risk
almak istemiyor. Bu durum muhalefetin davranışlarına, tercihlerine de yansıyor.
Sistemin çıkmaza saplanıp kalması siyasi çözümün öznesi olarak partiler arası
işbirliğini etkiliyor, çözüm için karar verme süreçlerini zorluyor.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan'nın Yunanistan tehditleri ise iç
politikaya yönelik hesapların bir ürünü. Bunu herkes böyle anlıyor zaten.
Adaların silahlandırılması, S300 füzeleri
falan, desteği azalan iktidarın oyları toparlaması için iyi bir fırsat.
Bu arada bir NATO üyesine savaş tehditi yöneltmek, ortak kin ve düşmanlığı
besleyerek muhalefete bile söz bırakmayan pes dedirtecek türde bir meydan okuma
örneği.
Arkasında
siyaset üstü kümelenmeyi yaratacak bu politikalar aslında Suriye sınırında da
yıllardır denendi ve sonuç verdi. Şimdi oyun daha komplike işliyor. Yıllardır
savunma sistemlerimizi birlikte kurduğumuz askeri işbirliği yaptığımız bir
örgütlenmeye meydan okuyan bu çıkış neyi
amaçlıyor? Rusya'nın Batı bokuyla didiştiği bir savaş döneminde NATO içindeki
bu yarılma kimin hoşuna gidiyor? Enflasyon ile boğuşan iktidarın Rusya'dan
gelecek katkılarla bu kışı daha az zararla atlatma umudu şimdi böylesine keskin
dönüşleri göze almayı gerektiriyor. Böyle bir dönemde Rusya'nın yanında olmak,
öte yandan Esad ile yapılacak pazarlıklar sırasında sınır ötesi harekâtlarda gelinen tıkanmaları
aşmak için kullanışlı bir yöntem olsa gerek. En azından denemeye değer.
İçerde artan
yasaklar, düşmanlaştırma, dini propaganda, çocukları bile dini argümanlarla
siyasete alet etme gibi yöntemleri de
düşündüğümüzde hedef belli değil mi?
Muhalefet
kanadında bu hazırlıklara karşı ne yapılıyor derseniz, onun cevabını da
anketler veriyor. Muhalefet dün de dediğim gibi Başkanlık esas olarak rejiminin
sonlandırılmasına odaklanmış gözüküyor ama seçimlerden sonra yine aynı sistemle yola devam edilecek büyük ihtimalle.
Başkanı
değiştirmek elbette Türkiye’ye bir nefes aldıracak ama toplumsal faydalar
yönelik siyaset üretmeye, adımlar atmaya yetecek mi bu, şüpheli. Yeni bir kaosa
sürüklenmek, gücünü yeni ittifaklarla tazelemiş
muhafazakar bir ittifak sürpriz
sayılmamalı.
Tabii burada
asıl zorluk toplumun yaşadığı sınıfsal eşitsizliğe rağmen ezilen sınıfların
buna karşı toplumsal bir muhalefet yapamamasıdır. Yıllarca sınıf temelli
siyaseti susturan sandık demokrasisini savunan ortak devlet aklı bu sonucun
asıl sorumlusudur.
Ülkeyi bu
belirsizlikten kurtaracak kitlesel desteği arkasına alan güçlü bir siyasi
dönüşüm rüzgarı ise henüz ortada gözükmüyor. Bu eksiklik siyasi tarihte aksak bir
demokrasiyle dayatılmış tek kanatlı çözüm geleneğinin bir sonucu sayılabilir.
İşin ironik
tarafı, 200 yıl geriden başladığımız demokrasi maceramızın bir türlü toplumsal
temelli bir geleneğe sahip olmamasıdır. Zamanında
layıkıyla yaşamadığımız tarihsel bir dönüşüm deneyimin hafızasına sarılarak yaptığımız analizlerin ve aradığımız çözümlerin bile ömrü
tamamlandı. Şimdi dünyada yeni bir tarih yaşanıyor ve bizim yine treni kaçırmadan değişim için arayış ve çabaya ihtiyacımız var.