12 Kasım 2022 Cumartesi

100. YILINDA KIRKLARELİ'NİN KURTULUŞU



Mondros Mütarekesi sonrasında dayatılan yenilgi şartları altında artık geride bir devlet kalmamış gibiydi. Çünkü bu enkaza rağmen iktidarını korumaya çalışan hanedanlık hala çözümü kendi bekasında görmek arzusundadır.  Oysa Anadolu'da ve  Trakya’da başlayan direniş ve hareketlenmeler başka bir kıvılcımın habercisidir:  Yeni bir döneme girilmiştir. Bu güne kadar küçülme ve yenilgilerle  karşı direnen  devlet yerine gücünü milli iradeden alan bir kurtuluş mücadelesi başlamıştır. Hem de Anadolu coğrafyasının tam göbeğinde...Bu konum aynı zamanda tarihsel bir bileşkenin yeniden canlanması demektir. Artık her şey bu merkezden yürütülecek ve ilerleyecektir. Yarının kuruluşu buradan yönetilen kurtuluşun eseri olacaktır. 

Edirne'de kurulan Trakya-Paşaeli Cemiyeti daha başlarken adına Heyet-i Osmaniye adını ekleme gereği duyar. İstanbul Hükümetince  planlanan oyalama taktiği fark edilmez. Başlarda  beklentileri Wilson prensipleri gereğince topraklarında egemenlik haklarının sağlanması ve korunması ile sınırlıdır. Trakya'nın Türklere ait olduğunu ve bu devamlılığın güvence altına alınması en önemli kaygıdır. Cemiyet üyeleri bu düşüncelerle İtilaf devletlerinden destek beklerler, İstanbul'da bulunan temsilcileriyle irtibata geçerler. Kurtuluşun Anadolu ile birlikte düşünülmesi gereken topyekün bir mücadele olduğu gerçeği Yunan işgalinin hızlanmasından sonra anlaşılacaktır.  En son Edirne ve Kırklareli 26 Temmuz 1920 tarihinde Yunanlılar tarafından hiç bir direnişle karşılaşmadan işgal edilir. Kurtuluş Mücadelesi sırasında Trakya'da başlayan direnişin savaşın kaderini belirleyen Ankara merkezli  eksene oturması  zaman alacaktır. Gazi Mustafa Kemal Nutuk' da bu konuyu çarpıcı bir biçimde  açıklar. Hatta Trakya'da görevli 1. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar'ı direnişin askeri örgütlenmesini  iyi yönetemediği için bayağı hırpalar. Sonunda Trakya’daki ulusal mücadele askeri sahada, köy ve kasabalardaki halkın inisiyatifi ile oluşan milis kuvvetlerce sürdürülür. Osmanlı ordusu oldukça zayıflamış haldedir ve kırsal kesimde Yunan ordusuyla yürütülen bu çete savaşları oldukça etkili olur. Yunanlılar bu direnişler  nedeniyle Anadolu'ya güçlerini taşımaktan vazgeçerler, dolayısıyla Trakya'daki silahlı direnişler Anadolu'daki mücadeleye önemli katkılarda bulunur. Trakya Paşaeli Cemiyeti Ankara ile birlikte hareket ederek milli mücadelenin batıdaki önemli bir ayağı olur.   Ankara'da toplanan milli meclise Trakya temsilcisi olarak İsmet İnönü, Kazım Karabekir Paşa ile Cafer Tayyar bey seçilmiştir. 

Bunların öğrenmeden Trakya'da Milli Mücadele tarihi anlaşılmaz. 100. yılını kutladığımız Kırklareli Kurtuluş için anlatılacak, konuşulacak çok konu var. Bunlar içinde, mesela Kırklareli'nin Yunan işgalinden kurtuluşundan önce şehirde yaşananları da bilmek lazım. Ali Rıza Dursunkaya Kırklareli Vilayetinin Tarihini anlattığı kitabında 1.Dünya Harbi öncesi henüz sancak merkezi sayılan Kırklareli'nde 5 Şubat 1919 tarihinde atanan adı Yanyalı Vessaf olan mutasarrıftan bahseder. Bu kişi koyu bir İttihatçı düşmanıdır ve şehirdeki Hürriyet ve İtilaf partisinin kontrolü altındadır.  Yayla Meydanındaki Çocuk Yurdunu (Darüleytam) İttihaçı taraftar yetiştiriyor diye kapatır, çocuklar sokağa atılırlar. Henüz işgal başlamasa da Yayla'da Yunan Ordusunun zaferi kutlanır, Rum Mektebinde(Eski Faik Üstün Lisesi) yunan bayrakları ile süslü salondo balolar tetip edilir. Bunlardan birinde Vessaf bey de bulunur. Yine Yayla'da Rumlar ellerinde bayrakları ile  bir yürüyüş yaparken bir polisimiz bayraklardan birini ellerinden alıp parçalayınca Rum ileri gelenleri Metropolit ile birlikte Vessaf beyin makamına  şikayete gelirler, mutasarrıf da bu yapılandan dolayı özür diler, "Polis edepsizlik etmiş, derhal vazifesine son verdim" der. Mutasarrıfın işbirlikçi davranışı doğal olarak şehirde büyük tepkilere yol açacaktır. İşgal günlerinde kurulan, savaştan dönen genç yedek subayların oluşturduğu İhtiyat Zabitan Cemiyeti üyeleri mutasarrıfın tutumuna isyan edercesine Sadrazama bir telgraf çekmeye karar verirler. Bu telgrafta şunlar yazılıdır:

"Trakya’nın geçirdiği en nazik bir devirde Kırkkilise'ye musallat edilen Mutasarrıf Vesaf adlı adamı derhal kaldırmadığınız takdirde silaha sarılarak işi halledeceğimizi arz ederiz"

Telgrafın gönderildiği tarih 10 Kasım 1919'dur. Altında imzası olan iki kişiden biri sizlerin çok iyi bildiği İhtiyat Zabitan Cemiyeti reisi Ali Rıza Dursunkaya'dır. Telgraf Karargah olarak kullanılan Belediye Binasında yazılmış ve  Ali Rıza Bey tarafından  karargah komutanı Şükrü Naili beye de gösterilmiştir.  Gözleri dolu dolu olan Komutan bu hareketi onaylamış ve başarılı olmalarını dilemiştir. Bu olaydan sonra ihtiyat zabitlerinin evleri basılır ve silah araması yapılır. Kimisi de Jandarma tarafından tutuklanır. Mutassarıfın Yayla'da oturduğu evde bomba bulunması üzerine baskılar şiddetlenir. Daha sonra  bu olayın tahkikatı için    Nedim Nazmi Bey adında bir Mülkiye müfettişi gönderilir.  Müfettiş mutasarrıfın nasıl biri olduğunu anlar ve İstanbul hükümetine yazdığı telgrafta Vessaf'ın görevden alınmasını ister. Bir gün sonra mutasarrıf Vessaf gizlice şehirden jandarma himayesinde Alpullu'ya kaçar ve  oradan İstanbul'a giden trene biner. 

Trakya Paşaeli Cemiyeti ile başlayan çalışmaların detayları uzun  uzun anlatılmaya muhtaçtır. Nihayet Kırklareli 2 Ekim 1922 'de Yunan askerlerinden boşaltılarak Fransız kuvvetlerine teslim edilir.  30 Ekimde de Türkler geçici bir yönetim oluştururlar , Hükümet Konağı olarak kullanılan Kocahıdır Okulu binasına Fransız bayrağı  çekilir. 6 Kasım'da ise Yunanlılar yönetimi Fransızlara devrederek tamamen  şehri terk ederler. Türk birlikleri Şeytandere mevkiinde şehre girmezden bir kaç gün önce toplanırlar ve 10 Kasım günü Kurtuluş Caddesinden geçerek şehre girerler. Türk ordusu şehre girişte büyük bir kalabalık ile karşılanır, kurbanlar kesilir. Ordumuzu karşılayanlar arasında sevinçlerini aynı coşkuyla paylaşan Yahudiler de bulunmaktadır. Hükümet Konağındaki Fransız bayrağı indirilerek yerine Türk bayrağı çekilir. Artık Kırklareli'nde TBMM idaresi resmen başlamıştır. Mutasarrıflığa  Tevfik Sırrı Gür, Belediye Başkanlığına da Trakya Paşaeli Cemiyeti kurucularından Şevket Dingiloğlu getirilir.


KAYNAKLAR

1. Özgür Mert, İşgalden Kurtuluşa Doğu Trakya, AÜ.Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ataürk Yolu Dergisi,  S.58, Bahar 2016.

2. Ali Rıza Dursunkaya, Kırklareli Vilayetini Tarih Coğrafya Kültür ve Eski Eserleri Yönünden Tetkik, 1 ve 2. Ciltler, 1948 Kırklareli.

3. Veysi Akın, Trakya'nın Türklere Devir Teslimi, AÜ.Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Erzurum 1994.

4. Ali Arslan, Trakya'da Milli Mücadele, Türkiye Barolar Birliği Yayını, 2014.

26 Eylül 2022 Pazartesi

BİR ŞİİRE BAŞLAMAK


 Zihnimde sürekli  yeni  oyuklar açılır. Bunların sonu gelmez,  oluşmalarını engelleyemem. Bazen  beni çok yorsalar da içlerini "bilgi" ile doldurmam gereken "merak" oyuklarıdır bunlar. 

Biriyle ilgilenirken  diğeri yanında belirir. Hepsine aynı anda  yetişemem. Bir öncelik sırasına sokmak isterim,  sıralamayı nasıl yapacağımı çoğu kere beceremem.

Bu karmaşık ruh halimle bütün günün nasıl geçtiğini anlamam. Yorgunluktan bitab düştüğümde sessiz bir köşeye çekilirim,  bir süredir yazmak için hazırlandığım şiire kanat verecek ilham için Allaha yalvarırım. Eğer sesim yerine gitmişse muhakkak dilediğim olur,  şiirimin sözcükleri bilmediğim gizli yerlerinden ansızın çıkıp yanıma gelirler. Onları imgelerle giydirir, güzelleştiririm. Önceden doldurduğum oyukların işe yaradığını anlarım. Bundan sonrası daha kolaydır. Şiirin yapısı ortaya çıktığında rahatlar, omuzlarımdan bir yükü atarım.

Rahatlamış bir ruh haliyle  denize doğru giden yolda  yürür, başardığım işin keyfini çıkartırım.

MAHSA AMİNİ'NİN KATLİ VE BİR SERZENİŞ



Dikkatinizi çekmiyor mu, yanı başımızda yüzyıllardır  tarihsel, dini, kültürel, siyasal yakınlıklar içinde yan yana olduğumuz,  bir dönem dillerini paylaştığımız  koskoca bir İran gerçeğine gözlerimizi kapatmışısız, bekliyoruz. Tuhaf gelmiyor mu size? Biz nasıl bir millet, nasıl bir toplum olduk bu kadar hislerimiz, ilgimiz köreldi de içimize kapandık?

Değil elbet, aslında gönül gözümüz açık, olanların farkındayız, anlıyoruz, biliyoruz. Sadece dilimiz kilitlenmiş halde. Aklımızdan geçenleri söylemeye çekiniyor, doğrusunu söylersek,  korkuyoruz.

İktidar ve ona yakın duran kesimler açısından bir endişeden kaynaklanıyor olabilir mi bu sessizlik. Elbette olabilir. Kurmaya, getirmeye çalıştıkları adını açık açık ifade edemedikleri başka bir rejimin sarsıldığını görmeleri iç dünyalarında kimbilir nelere yol açıyordur şimdi? İnandırmakta zorlandıkları bir görüşün  bir kere daha karaya vurduğuna şahit olmaları nasıl şaşırttı onları kimbilir? Hadi onları anlıyorum ya diğerlerine ne diyorsunuz?

Diğerleri dediysem, kendimize yakın gördüğümüz, umut ışığına benzettiğimiz, biraz bizim gibi konuşmaya başlasalar, çocuklar gibi sevindiğimiz birilerini kastediyorum.

İran'da kadınlar sokaklarda dibe vurmuş bir çağ dışı rejimi, dinci bir baskı rejimini yıkmaya çalışıyorlarken... Bizimkiler, aman başımıza bela bulaşmasın derdindeler.

Biz yıllarca dine bakışımızda özgürlükçü demokrat bir hoşgörüyü devlete öğretemeyince, artık ayağımızı taşa vurduğumuzu anlayıp akıllanmışız, yani geçmişten gelen kabahatlerimizi anlamışız...Şimdi ödümüz patlıyor İrlan'da molla rejimine kafa tutan  sokağa dökülen özgürlükçü kadınları alkışlamaya... Değil mi?

Bir istisna var ama... Gerçeği söylemeye çekinmeyenler... Yarası olmadığı için gocunmayanlar, serbestçe konuşanlar... Kimler? Dün Emek ve Özgürlük İttifakı için bir araya gelenler...Dün Ayvalık Kadın İnisiyatifi bir basin aciklamasi ile Mahsa Amini'ye destek verdiler. Ayvalikli kadınları kutluyorum.

17 Eylül 2022 Cumartesi

İKİ KUMRU, YUMURTA VE KARGA HİKAYESİ


 

Günlerdir aynı telaş var yan evin çatısına ait saçakta. Yağmur oluğunun altındaki duvara bitişik borunun üzerine yuvalarını yapan iki kumrunun hikayesidir bu. Yumurtalarını ne zaman bıraktılar oraya bilmiyorum. Yılmadan süren çabaları bir işe yaramamıştı.  Rüzgar kurdukları yuvanın çalılarıni savurmuştu  her defasında.

Günlerdir yuva yapmak için taşıdıkları çalılar bir işe yaramamış olmalı ki burayı bulmuşlardı.


Bir de, asıl tehlike  sanırım başkaydı. Yapacakları yuva kargaların kolayca erişebileceği bir yerde olmamalıydı. Kargaların keskin gözleriyle bu iki kumrunun nereye yuva yapacaklarını merakla beklediklerini  günlerdir hep birlikte izledik. Kumrular yumurtalarını çalacak kargalardan korunmanın yollarını aramışlar, yuva yapacakları yeri seçmekte epey zorlanmışlardı. Sonunda buldukları saçak altındaki bu daracık köşeyi, çalılari sığdırmak zor olsa da kargaların uzun gaglarının bile erişemeyeceği  yuva olarak benimsediler. 


Ne zaman yumurtladı  dişi olanı, görmedik, anlamadık. Ama erkek ve dişi iki kumru yuvayı hiç yalnız bırakmıyorlardı artık. Karşı damdan onları gözleyen kargadan gelecek  saldırıya hazırdı  ikisi de. Sırayla yuvadan ayrılıp karınlarını doyuruyorlar, yumurtanın üzerine kanatlarının sıcak tüylerini yayarak gün boyunca yatıyorlardı. Gece olunca ikisi de, o daracık yere sıkışıp, yanlarına karışacak yavrularının hayallerini kurarak uyuyorlardı. 


Günlerdir balkonda sabah kahvaltımı yaparken, yanımda hayata tutunan bu  şefkat ve sadakat ile beslenmiş sıcaklığı iliklerime kadar yaşıyorum. Ama karşı damda, hep yaptığı gibi gözlerini bize dikmiş bakan avcının, o şişman iri karganın, planlarını da unutmuyoruz hep birlikte. Gözümüz onun üzerinde. Hepimiz biraz endişeli olsak da karga bu kez yuvadan yumurtayı çalamayacak. Bu kez ben de onlara yardım ediyorum. Birlikte karganın hakkından geleceğiz. Hikayenin sonu güzel bitecek.

12 Eylül 2022 Pazartesi

AYKIRI BİR KADIN PORTRESİ: FATMA NUDİYE YALÇI

  



Fatma Nuadiye adını kaç kişi hatırlıyordur şimdi? Türk Tiyatro tarihine meraklıysanız biraz araştırdığınızda onun adıyla karşılaşırsınız, ilk kadın oyun yazarı olduğunu öğrenirseniz. Aynı isme Türkiye sosyalist hareketlerinin tarihini incelerken Hikmet Kıvılcımlı ile yan yana heçtiğini görürsünüz. Hatta Nazım Hikmet’i 20 yıla mahkum eden kararın alındığı  Donanma Davası hakkında yazılanları okurken yine Fatma Nudiye adı karşınıza çıkacaktır.

Ne yazık ki bu cesur kadının adı yukarıda yazdığım isimlerin yanında sönük bir profil olarak kalmıştır yıllarca.  Çok yakınında yaşamış, sevgilisi Hikmet Kıvılcımlı bile bu konuda  ihmalkar davranmış, hatta  bazı dostları tarafından haksızca görmemezlikten gelinmiştir. Yazımda buna da değineceğim. Çünkü yakın bir zamana kadar Fatma Nudiye Yalçı adının unutulmasında bu yanlış tutumların payı büyük.

Fatma Nudiye Yalçı’yı hatırlatmak üzere böyle bir yazıya niyetlenirken öncelikle yapmak istediğim şey onun üzerine serilmek istenmiş ölü toprağını kaldırmak için ufak bir katkı vermekti. Ama ayrıca, bir kadının hikayesi üzerinden yaşadıkları dönem için bir hafıza tazlemesi yapmak istiyorum. Nedir bundan kast ettiğim? Okudukça anlayacaksınız.

Fatma Nudiye 1904 yılında istanbul’un Kasımpaşa semtinde doğar. Ailesi ona Nudiye adıyla hitap eder. 1934 yılında soyadı kanunu çıkıncaya kadar yazılarında baba adıyla birlikte Nudiye Hüseyin imzasını kullanır. Fatma Nudiye'nin, elimize bir belgesi geçmemiş olsa da Dame de Sion Fransız Lisesini bitirdiği söylenir. Ancak Yedi Gün dergisindeki bir yazısında Kız Öğretmen Okulu öğrencisi olduğunu belirtir. Üniversitede ise Felsefe bölümünü bitirir. Okuldan mezun olduktan sonra repartuara alınacak nitelikte yazılmış ilk oyun sayılan Beyoğlu 1931 ile Türk Tiyatro Tarihi’ne adını yazdırır.  1932 yılında aydınların ve yazarların buluşma yeri olan  Resimli Ay dergisinde tanıştığı gazeteci yazar Nizamettin Nazif ile evlenir. Evliliği pek uzun sürmez ve 1933 yılında boşanırlar. Bundan sonra hayatına girecek olan insan Türkiye sosyalist mücadelesinde önemli bir isim olan Hikmet Kıvılcımlı'dır.  Kıvılcımlı Marksizim Bibliyoteki isimli bir kitap evi kurarken birlikte çalıştığı kişi Fatma Nudiye’dir. Yayınevinin yayımladığı Marx’ın, “Klasik Alman Felsefesinin Sonu ve Ludwig Feurbach” ve “Enternasyonal Açış Hitabesi” eserlerini  Fatma Nudiye Türkçe’ye çevirir. “Sosyete ve Teknik” isimli telif eseri 1935 yılında yayımlanır. Kitabı Hikmet Kıvılcım’ya ithaf eden Fatma Nudiye, “Boş saatlerini değil, inkılaba bütün bir ömrünü veren Hikmet Kıvılcımlı yoldaşa armağanımdır” der. Cumhuriyet gazetesinde Peyami Safa’nın okuyucularına yaptığı çağrı ile oluşturulan “yasaklanacak kitaplar” listesinde onun da kitapları yer alacaktır. Fatma Nudiye makaleleri ve çeviri kitapları dışında çocuk kitapları da yazar. Gölgenin Çocuğu, Güneşin Çocuğu isimli masal kitapları bunlar arasındadır.

Kıvılcım’lı ile birlikte 1938 yılının Haziran ayında Donanma Davası nedeniyle Askeri Mahkeme tarafından tutuklanırlar. Davada karar 29 Ağustos 1938 tarihinde, yani Zafer Bayramı’ndan bir gün önce açıklanır. Fatma Nudiye 10 yıl ağır müebbet hapis cezasına çarptırılır. Aynı Davada Nazım Hikmet önceki davada verilen hükümle birleştirilip 20 yıla mahkum olur. Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir 15 yıla, Kerim Korcan 12 yıla mahkum olurlar. 

Donanma Davasının neden açıldığı, tutuklama ve yargılama sürecinde neler yaşandığı o dönemin siyasasi profilini öğrenmek isteyenler için ayrı bir inceleme konusudur. Sol-Sosyalist muhalefetin nasıl susturulduğunu, insanların nasıl tecrit edildiğini, hain-bölücü yaftası ile nasıl suçlandıklarını öğrenirsiniz.  Fakat burada şimdi konumuz Fatma Nudiye, söyleyeceklerime bir virgül koyup devam edersem şunu hatırlatmam gerek: Fatma Nudiye aldığı mahkumiyet kararı nedeniyle 10 yılını hapishanelerde yatarak geçirmiştir. 

Fatma Nudiye Yalçı, sadece bir oyun yazarı dağildir; aydın kişiliği cesaret zırhıyla örülmüş bir siyasi aktivist, düşünce insanı, çevirmen ve hikaye yazarıdır. Düşünceleri yüzünden ailesi tarafından dışlanmış, annesi dışında kimse ona karşı anlayışlı davranmamıştır. Ne acıdır ki yakın mücadele arkadaşları bile onu pek önemsemezler. Fakat o, kendine olan özgüveni ile ayakta durmayı başarmış, sevdiği adama duyduğu bağlılıktan hayat boyu vazgeçmemiş,  onun siyasi yoldaşı olmuştur. Bu  özgün kadın karakteri ile günümüz kadınları için de örnek sayılacacak biridir Fatma Nudiye Yalçı. Varlıklı bir aileden gelip iyi bir eğitim aldıktan sonra hayatını insanlara fayda sağlayacağına inandığı mücadeleye adayan bir insanın öz yaşam hikayesidir bu. Yaşadığı kahırlı yılların acılarına göğüs gerereken duygularını, bilgisini  başkalarına saklayan fedakar bir kadın, takdir edilmeyi beklemeden, alınganlık göstermeden sadece bildiği yolu ısrarla yürümeye çalışan aykırı bir kişilikten bahsediyoruz. Sevdiği adamın(Hikmet Kıvılcımlı) başkasıyla evlenmesine razı olurken bile onunla dava arkadaşlığını ve dostluk bağını kapartmaz. Hikmet Kıvılcım için de geçerlidir bu söylediklerim. O da Fatma Nudiye’nin son günlerine kadar yanında durur, her fırsatta yardımına koşar.

Hapis yattığı Sinop Cezaevi aynı yıllarda, yine yazıları nedeniyle mahkum olmuş birini daha ağırlar: Dönemin sert muhaliflerinden, yazıları ve edebi eserleriyle ünlenen Sabahattin Ali'dir bu. Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte tutuklandıkları Donanma Davası’nın diğer bir önemli adı Nazım Hikmet’tir. Aynı davada yargılanan bir başka ünlü yazar, Kemal Tahir’dir. Bu kuşağın kaderidir: Baskıya uğramak, susturulmak, hapislik vazgeçilmez sonuçlarıdır muhalif olmalarının. 

Fatma Nudiye, 1954 yılında Vatan Partisi kurulurken yine Hikmet Kıvılcılı ile birliktedir. Partinin kültür ve edebiyat kolunun yöneticisidir, devamlı yazılar yazmakta ve geziler düzenlemektedir. Demokrat Parti’nin iktidarının son yıllarıdır artık. Öne çekilen 1957 seçimlerinde partisi adına miting meydanlarına çıkıp konuşma yaparlar. Mitinglerde de başı beladan kurtulmaz, zaman zaman saldırıya uğrarlar. Hatta birisinde atılan bir kremit parçası ile boğazından yaralanır. 

Kıvılcımlı 1957 yılının Kasım ayında tutuklanınca partinin başına onun geçmesini önerir. Fakat Kerim Korcan buna karşı çıkar. Karşı çıkmakla kalmaz partiden ihraç edilmesini sağlar. Yalçı’yı partiyi yönetebilecek  ehliyette bulmamakta, onu yazı işleriyle uğraşan amatör biri olarak hafife almaktadır. Kerim Korcan’nın bu cinsiyetçi,  erkeksi tavrı aslında kişisel rekabetin geldiği boyutlar açısından ibret  vericidir.

1957 yılı tutuklamalarla geçecektir. Fatma Nudiye de tutuklananlar arasındadır. Artık 53 yaşına gelmiştir. Hapisten çıktıktan sonra nispeten hayatının durgun bir dönemi başlamıştır. Babasının emekli maaşı ve sattığı arsadan elde ettiği gelir ile hayatını sürdürmeye çalışır. Ama hala Hikmet Kıvılcım’la ilişkisi devam etmektedir. 1965 yılında guatır hastalağına yakalanır. Kıvılcımlı ona Romanya’da tedavi olması için yardımcı olur, bir doktorun adresini verir. 27 Kasım 1965 tarihinde yeğenleri ve kuzeni tarafından Sirkeci garından Bulgaristan’a gitmek üzere uğurlanır. TKP’nin Laipzig kadrolarında çalışan Gün Benderli anılarında Yalçı’nın bu dönemine ait bilgiler aktarır. Bir süre TKP’nin Bizim Radyo yayınlarında çalışan Yalçı daha sonra Zeki Baştımar ve İsmail Bilen tarafından Bulgaristan’a gönderilir. Kıvılcımlı’nın arkadaşı olması ikisinin de  başından beri hoşuna gitmemektedir. Bir keresinde kendisi ve Kıvılcımlı hakkında hakeret sayılacak sözler sarfeden İsmail Bilen ile tartışır, ona “Kıvılcımlı senin boyun kadar kitap yazmıştır” diyerek tepki gösterir.

Bulgaristan’a döndükten sonra hayatını kaybeceği 1969 yılına kadar Varna’da yaşar. Ölümünden bir süre önce kendisine ziyarete gelen yeğeni onu sağlıklı ve rahat gördüğünü söyler. Hatta ölümünden bir ay önce yeniden buluşmalarında vefat eden teyzesinin eşyalarını teslim eder. Daha sonra Fatma Nudiye yaşadığı misfairhanenin banyosunda ayağı kaydığından düşer ve vefat eder. Ancak ölüm nedeni bir sır perdesine bürünür.  Çünkü bir çevirmen olarak tanındığı bu yerde başka çevirmenlerin de aynı şekilde, banyoda düşerek öldüğü söylenir.

Son olarak Yalçı’nın hayatını anlatan, Bilgesu Erenus’un yazdığı  Yaftalı Tabut oyunundan bahsetmek gerekiyor. Bu eser 21 Mart 2017 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından oyun repartuarına alınır, ama oyunun sahnelenmesi ertelenir. Yaklaşık 4 yıl sonra 6 Ekim 2021 tarihinde Fatih Reşat Nuri Sahnesi’inde sahnelenir. Oyunun Yönetmeni Yelda Baskın Yaftalı Tabut oyunu için hazırlanan tanıtım broşüründe şunları söyler:

“Yaftalı Tabut, onca yıl adı anılmayan/unutulan Türkiye’nin ilk kadın oyun-öykü yazarı, çevirmen, aktivist Fatma Nudiye Yalçı’yla buluşup tanışmanın; “kendi toprağımızda kendimizle yüzleşme”nin öyküsünü aktarıyor. Nudiye Hanım hakkında araştırma yapmaya başladığımda, zamanının çok ötesinde, her şart ve koşulda mücadeleci, üretken bir yaşam süren, gerçek bir devrimci ile karşılaştım ve bu 2020’lerin Türkiye’sinde yaşayan bir kadın olarak beni çok etkiledi ve güç verdi. Oyunda geçen yıllar dünyanın kabuk değiştirdiği zor zamanlar; art arda savaşlar, imparatorlukların yerini alan ulus devletler, salgın hastalıklar, işçi ayaklanmaları, büyük ekonomik buhran ve haklarını alabilmek için isyanda olan kadınlar… Kuruluşundan 97 yıl sonra bir tiyatro metni aracılığıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına bakmak, oyunun önemli sahnelerinin tarihimizin kritik dönemeçlerine denk geldiğini görmek, geçmişimiz ve bugünümüz üzerine sorular sormak oyunun zeminini oluşturuyor. Bugünümüz geçmişimiz / geçmişimiz bugünümüz… Nudiye Hanım ve çevresindeki Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nazif Tepedelenli gibi kıymetli isimlerin kılavuzluğunda tarihte bir yolculuk yapmak bizlere eşsiz bir prova deneyimi sundu. Dramaturg Gökhan Aktemur’la birlikte yaklaşık bir buçuk yıllık bir araştırma, dönem tahlili ve karakter çözümlemesinin ardından, elimizdeki tarihsel-güncel birikimi, oyununu sahnelemekten onur duyduğum Bilgesu Erenus’un metni üzerinden, yaratıcı ekip ve oyuncularımızla her kesimden seyirciye ulaştırmayı amaçladık. Nudiye Hanım’ın mirası öncelikle kadınlara; oyunumuz ise artık seyirciye ve oyunculara emanet… Yaftalı Tabut gideni anma değil var oluşunu kutlama oyunudur. İyi ki doğdunuz Fatma Nudiye Hanım.”

Kaynaklar:

Canan Özcan, Kadınlar Hep Vardı, Türkiye Solunda Kadın Potreleri. Dipnot Yayınları, 2017.

https://www.krttv.com.tr/kultur-sanat/turkiyenin-ilk-kadin-oyun-yazari-fatma-nudiye-yalci-nin-h95875.html

https://gazetekarinca.com/ilk-tiyatro-yazari-omrunu-mucadeleye-vermis-bir-kadin-fatma-nudiye-yalci/

https://tr.wikipedia.org/wiki/Fatma_Nudiye_Yalçı

Abdullah Köktürk, Donanma Davası ve Nazım Hikmet. Piri Reis Ünversitesi

https://siyasihaber9.org/sabahattin-alinin-roman-ve-hikayeleri-uzerine 


BOZCAADA İÇİN BIR VEFA

 



Doğru yaptığınıza inandığınız bir şeyin size dönüşünü görmek heyecan vericidir çoğu kez. Bozcaada için bir yazıya  böyle başlamak istedim. Yazımın tamamını okuyunca bana hak vereceksiniz.

Bozcaada için emek vermiş bir insandan,  hatta hakkını yememek için iki kişiden bahsetmek lazım: Hakan Gürüney ve eşi İnci Gürüney. 

Kimlerden mi bahsediyorum? Bozcaada’da bir gün heykeli dikilecek iki insan bunlar. Ben demiyorum. Bozcaada’yı herkesten iyi bilen ve anlatan değerli bir yazardan, Haluk Şahin'den kopya çekerek söylüyorum. 

Bozcaada'ya gelip de hala onların kurduğu ve yaşattığı Kent Müzesini merak edip hakkını vererek gezmemiş, hatta kendileriyle birazcık olsun  kelam etmemişseniz, Bozcaada'da çok keyif aldım, şöyle gezdim, böyle hayran kaldım deseniz de boşuna!

Yine Haluk beyin yaptığı tespite katılarak tekrarlayım ki, Bozcaada’da hakkını vererek gezeceğiniz  iki yerden biri bu müzedir. Diğeri de elbette Kale’dir.

Hakan beyin uzun yıllardır bin bir emekle, fedakârlıkla, sabırla büyüttüğü bu mekanı yaşamak lazım Bozcaada’yı gördüm diyebilmek için.

Bu sadece bir fotoğrafa bakmak, dıştan bir binayı seyretmek türünden kuru bir seyir değil elbet. Tuz Burnu’ndan güneşin batışını seyretmenin hazzını, ruhunuzu kaplayan yaşam tadını duyarcasına yaşadığınız gibi, bir seyir zevkinden bahsediyorum. Bozcaada’yı görmek demek burada neler yaşandığını bilmek, neler konuşulduğunu dinlemek, geçmişe dokunmak, bunu derinlemesine hissetmek demek. 

İşte kent müzesini gezerken böyle duygularla tanışırsınız birden. Ada gezinizi unutulmaz yapan karmaşık, bir biriyle ilintili, bütünselliğin cazibesi denecek bir anlamı, çok iyi yazılmış bir romanı bir çırpıda okur gibi keşfetmiş olursunuz. Çünkü bir yeri gördüm  diyebilmek, sizi  tükettiğimiz şeylerin anlık hazlarının ötesine götürecek kalıcı anlamları yakalayabilmek demektir.  Güneşini, içkisini, denizini tüketirken duyduğunuz lezzetin bir benzeri de olsa ondan daha fazlasını size verebilecek unutulmazlığı da içine katan bir  doyumu tatmış olursunuz böylece. 

Anlatırken, hatırlarken tekrar yaşamak insan  hayatının sonlu hikayesinden öğrenilecek her dilimi, her ayrıntıyı tekrar hissetmek, var olmanın asil duruşunu anlamak değil midir? 

Müzeleri gezerken, arkeolojiyle ilgilenirken, biyografik bir anlatıyı dinlerken, bir romanı okurken seyir defterinize yazılan bilgileri bir hatırlayın; Bozcaada'nın size bunları sağlayacak kerameti kendinde saklı bir hazine olduğunu unutmayın. 

Geldim yazının sonuna. Bunları yazarken aslında bir üzüntümü dillendirmiş oluyorum. Maalesef adaya gelen her 100 ziyaretçiden sadece 1'i bu müzeyi gezme gereği duyabiliyor. 10 yıl önce bu sayı 5 imiş. Yani durum kötüye gidiyor demek ki...

Bütün bunlar ne anlam ifade ediyor sonuç olarak? Adadan döndükten sonra geride kalanlar, para kazanmış esnaf, geçimini sağlamak için emeği geçen Kale’deki çayhaneyi işleten Bayramiçli Ahmet beye kadar herkes ve elbette burada aldığınız  zevkleri unutamayan sizler, bu anlatılanları umursayarak Bozcaada nasıl kollanmalı, yaşatılmalı sorusuna doğru yanıtlar vermeye hazır mısınız?

YOLU KIRKLARELİ’NDEN GEÇMİŞ ÖRNEK BİR AYDIN: AVUKAT AYATA BEĞENSEL

 



Adını hatırlayan benim kuşağımdan kaç kişi kalmıştır, bilmiyorum. Ölüm haberini duyuran gazeteye göre, 1927 Çubuklu İstanbul doğumlu, 2017 yılında aramızdan ayrılan  Avukat Ayata Beğensel Türkiye İşçi Partsi’nde Kırklareli İl Başkanlığı ve Genel Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuştu. Uzun yıllar DİSK üyesi Gıda-İş sendikası’nın avukatlığını yapmıştı.  Cenazesi ikindi namazından sonra Şişli Camisi’nden kaldırılacaktı…


1960’lı yıllarda  yeni bir ivme kazanan işçi sınıfı hareketi içinde tanınmış bir isimdi Ayata Bağensel. 1963-1969 döneminde TİP, 1973-1977 döneminde Sosyalist Parti ve 1977-1980 arasında da Sosyalist Devrim Partisi içinde yer aldı. TİP’in Trakya’daki  örgütlenme çalışmalarında bulundu. TİP’in meclise 15 milletvekili soktuğu 1965 seçimlerinde birlikte çalıştığı arkadaşı Kemal Nebioğlu  Tekirdağ Milletvekili seçildi. 2006 yılında vefat eden arkadaşının arkasından Cumhuriyet Gazetesine konuşurken o günleri şöyle anlatıyordu:


“1963 yılı ortalarında bir grup arkadaşla birlikte O günlerin, 1960’lı, 70’li, 80’li ve devam eden yılların heyecanını bir kez daha yeniden yaşarken, ortak anıların içinde bugünün üzüntüsünü, güçlüğünü yine Nebioğlu ile el ele yendik. Birçok kereler olduğu gibi. Parti çalışmalarında, sendika çalışmalarında, hapishanelerde ve yaşamın diğer boyutlarında. Bu dostluğu oluşturan ne idi, nasıl oluşmuş, nasıl gelişmişti? Bu sorunun cevabını aramaya başlayınca ister istemez geçmişe doğru bir yolculuk başladı. 1963 yılı ortalarında bir grup arkadaşla birlikte Kırklareli’nde Türkiye İşçi Partisi’ni kurmuştuk. Genel merkezin ısrarı sonucu il başkanlığını üstlenmiştim. 1965 yılında yapılacak genel seçimlerde o tarihteki Seçim Kanunu’na göre partinin en az 15 ilde bütün ilçeleri ile birlikte kurulmuş olması ve kongrelerinin yapılmış olması zorunluluğu bulunduğundan, genel merkezce  Trakya il ve ilçelerinde örgütlenme görevi TİP kurucularından olan Merkez Yürütme Kurulu üyesi Kemal Nebioğlu’na verilmişti. Kırklareli’nde Türkiye İşçi Partisi’ni kurmuştuk. Ben genel merkezin ısrarı sonucu il başkanlığını üstlenmiştim.  Bu nedenle 1965 öncesi sık sık bir araya geldik, düşüncelerimizi paylaşma fırsatı bulduk. Bu gelişmeler 1971 yılında Türkiye Gıdaİş Sendikası’nda örgütlenmeden sorumlu genel sekreter yardımcısı görevi ile profesyonel kadroda görev almama, bu görevi Nebioğlu ekibinin Gıdaİş Sendikası yönetiminde kaldığı sürece sürdürmeme ve sonrasında T. Gıdaİş Sendikası dışında da devamına neden oldu.” (Ayata Beğensel, Cumhuriyet, 15.8.2006)


SİS PERDESİ DAĞILIYOR

Ayata Beğensel’in üniversite dönemine dair erişmek isediğim bilgiler için ilk  yardıma  koşan Kırklareli Lisesi’den Felsefe Öğretmenim Nuran Direk hanım oldu. Kırklareli Yerel Tarih’e gönderdiği yorumda İstanbul Üniversitesi  Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunu, sınıf arkadaşı ve dostu olduğunu yazmıştı. Ayrıca Ayata beyin siyasi nedenlerle öğretmenlik yapamadığından daha sonra  Hukuk fakültesini bitirip avukat olduğunu da eklemişti. Bu bilgiler beni heyecalandırdı. Sonunda onu tanıyan birisini bulmuştum. Hemen telefonla arayıp Hocama Ayata Bey hakkında sorular sormaya başladım. En çok ailesiyle ilgili, çocukluk ve  gençlik günlerine ait bilgilere ihtiyacım olduğunu söyledim. Bir tek istanbul doğumlu olduğunu biliyordum, ama anne ve babasını, varsa kardeşlerini de öğrenmeliydim. Nerde, hangi ortamlarda büyümüş, hangi okullarda yetişmişti. Şimdilik bir sis perdesinin arkasında gizliydi her şey. Başka bir hayal kırıklığını ise Nuran Hocam’ın elinde fazla bir fotoğraf olmadığını öğrendiğimde yaşadım. Eksik olmasın, albümlerini benim için karıştırıp bulabildiği tek bir fotoğrafı gönderdi daha sonra.


Ayata Beğensel’in Kırklareli TİP il Başkanlığı yaptığı yıllarda hafızamda yer etmiş bir tanıdığın yardımına başvurmak geldi aklıma. Sevgili Mehmet Aktaş, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir sosyalist ağabeyimdi ve TİP’liydi. One oğlu Hakan üzerinden ulaştım. Yıllardır görüşmemiştik, beni hemen hatırladı, aramama çok sevinmişti. Ona kısaca niyetimden bahsettim. Bana Ayata Beğensel ile ilgili vereceği belge ve fotoğraflar olabilir mi diye sordum. Ne yazık ki elinde bu konuyla ilgili kaynak olmadığını öğrendim.


Artık bu konuda bulabileceklerimin sınırlı olduğunu kabullenmiş ve elimdekilerle yetinmem gerektiğine karar vermiştim. Ama Nuran Direk hocam bir gün beni telefonla arayıp sis perdesinin aralanmasını sağladı: Ayata Beğensel’in kız kardeşi Suna Anday hanım hayattaydı. Onunla irtibat kurabilirsem belki istediklerimin cevabını bulabilecektim. Suna Hanım, Melih Cevdet Anday’ın eşiydi ve kendisi Büyükada’da yaşıyordu. Ama telefon numarası Hocam’da yoktu.

Şansım açılmıştı. Melih Cevdet Anday’ın çok yakınında olmuş bir edebiyatçı dostum vardı ve ulaşmak istediğim bilgiyi bana verebilirdi. Kendisini hemen aradım, amacımdan kısaca bahsettim. Evet, Suna Hanımın telefon numarası vardı ama  önce kendisinden izin almalıydı. Beklemem uzun sürmedi, dostum hemen dönüş yaptı: Suna Hanım isteğimi memnuniyetle karşılaşmıştı. Aramamı bekliyordu.


SUNA ANDAY’DAN ÖĞRENDİKLERİM

Son derece nazik  ifadelerle konuşuyordu telefondaki ses. Abisiyle niye ilgilendiğimi öğrenince çok sevinmiş belki bu nedenle aramamı kabul etmişti Suna Hanım. Daha ilk görüşmemizde bana verdiği bilgileri defterime not ettim: Ayata Beğensel 24 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da doğmuştu. Annesi Trabzon’un ünlü ailelerinden  Nemlizade’lerin bir ferdi olan Süreyya Nemli, babası Çerkez kökenli bir aileden gelen Burhan Beğensel’di. Burhan Bey Anadolu’da muhtelif il ve ilçelerde mülki idare bünyesinde çeşitli görevler yapmış, daha sonra hukuk öğrenimi de görmüştü. Babasının görev yeri İstanbul dışındayken Ayata Bey teyzesi Hafıza Sıdıka Hanımın yanında kalmıştı. Ayata Beğensel ilk okuldan başlayarak lise son sınıfa gelinceye kadar eniştesi Nebizade Ahmed Hamdi beyin okullarında okudu.


Burada bir parantez açıp biraz Ahmed Hamdi beyden bahsetmem lazım. Ahmet Hamdi Ülkümen Paris’te Sarbonne Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görmüştü. Anadolu’ya geçtikten sonra Trabzon  milletvekili olarak TBMM’ye seçildi. 1920-1942 yılları arasında  6 dönem milletvekilliği yapmış bir gazeteci, siyasetçi ve eğitimciydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yakında olan Hamdi Bey 1924’te Yenigün’ün yerine kurulan Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucu üç ortağından birisiydi. Zekeriya Sertel ile birlikte 1926-1927 yıllarında Yeni Ses gazetesini çıkarmışlardı. Uşak ve İstanbul’da 1931 yılında açılan, başlangıçta adı İnkılap Liseleri olarak geçen, sonraki adı Yüce Ülkü olan okulların kurucusuydu. Hümanist Atatürk adlı bir eseri de vardı.


Kanımca bu bilgiler Ayata Beğensel’in düşünce yapısını ve kişliğini belirleyen çocukluk, gençlik evrelerinde yaşadığı, etkilendiği ortamı tanımamız açısından önemlidir. Lise son sınıfı Kabataş Lisesi’nde okuyarak oradan mezun olan Ayata Beğensel’in hayalindeki meslek doktorluktu. Tıp Fakültesine girebilmek için büyük bir çaba gösterse de sınavda başarılı olamaz ve yüksek öğretime bir süre arar verir. Babası Burhan bey emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmişti. Artık aile bir araya gelmişti. Burhan Bey  Arnavutköy’deki meşhur Çiçek sinemasını satın alır.  Bu karar daha sonra Ayata Beğenseli’in de iş hayatındaki tercihlerini belirleyecektir. Kendisi de Manisa Alaşehir’de sinemacılığa başlar. Üniversiteye biraz geç adım atmasında bunun da etkisi vardır. Bir yandan da okuma hayalleri devam eder. Sonuçta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Felsefe bölümüne girer ve oradan mezun olur.  


KIRKLARELİ YILLARI

Ayata Beğensel üniversite yıllarında tanışıp aşık olduğu Kırklareli’li bir hukuk öğrencisi ile evlenecektir. Bu öğrenci Kırklareli’li  bir ailenin kızı olan Hayrinnüsa Hanımdır. Hayrinnüsa hanım avukatlık mesleğine başlamak üzere memleketine gelmek isteyince Ayata beğensel’in hayatında yeni bir dönem başlamış olur. Bu sırada Burhan bey de Arnavutköy’deki sinamasını Süreyya Hanımın abisi Nazım Nemli’ye devreder. Bu sinema Arnavutköy’ün kültür tarihinde iz bırakmış bir mekan olarak uzun yıllar açık kalır. Andon beyin makinistliğini yaptığı, Dayının Sineması olarak da bilinen bu salon 1976 yılına kadar faaliyetine devam edecektir.


Burhan Beyin sinema sevdası bitmemiştir. O da  Kırklareli’ne yerleşmeye ve orada sinemacılığa devam etmeye karar verir ve Kırklareli’nin sinema hafızasında köklü bir yeri olan Gençlik Sineması’nı işletmeye başlar. Siyasi engeller nedeniyle devlet memurluğuna atanamayan Ayata Bey böylece babası ile birlikte bu işi yapmaya başlar. Daha sonra Ayata bey  şehrin ilk modern tarzda donatılmış Saray Sınamasının sahibi  Madam olarak tanınan biriyle ortak olur. Bu sinema içindeki ses düzeni ve rahat koltuklarıyla benzeri ancak İstanbul sinemalarında görülecek bir konfora sahiptir. Ayrıca oynattığı filimler sanat düzeyi ile Kırklarelilerin büyük beğenisini kazanır. Özellikle hafta sonları gençlerin gittiği, Pazar günleri de erken saate başlayan matinelerin aileler tarafından doldurulduğu bir yer olur. Saray Sineması ayrıca turneye çıkan tiyatroların sahne aldıkları, hafif batı müziği toplulukların konserlerini verdiği mükemmel sayılacak aküstiği ve seyirci kapasites ile şehrin kültür hayatındaki önemli bir boşluğun doldurulmasına yardımcı olur. Ancak Ayata beyin öncelikleri farklıdır. Aklı hep siyasi sorumluluk gereği üstlendiği işlerdedir. Bu yüzden sinema işletmeciliği başarılı şekilde yürümez. Madam ile ortaklık bozulur.

Ayata Beğensel biraz da eşinin yönlendirmesiyle bu arada Hukuk fakültesini bitirip avukat olur. Ancak Ayata Bey ile Hayrinnüsa hanımın beraberlikleri de bir süre sonra sona erecektir.  Ayata Bey ikinci evliliğini Solmaz Hanımla yapar. Tekirdağ’da evlenirler. Ayata bey, Solmaz Hanımın ilk evliliğinden kızı Alev’i  nüfusuna geçirir. Alev Hanımın kızı Ezgi Kaya ona büyük bir sevgiyle bağlıdır ve dedesi hakkında konuşurken hep “Aydedem” diyecektir. Aile İstanbul'a yerleşir ve Ayata bey avukatlık ofisini burada açar, Disk'e bağlı Gıda İş Sendikası’nın avukatlığını yapar. 

 

SUNA ANDAY İLE BULUŞMA

Suna Anday hanımla birkaç kez daha telefonda konuştuk.  Ayata Bey’in fotoğraf çekmeye çok meraklı olduğunu söylüyordu ama ne yazık ki bu fotoğraflardan hiçbiri  onda değildi. Evdeki albümlerden işime yarayabilecekleri  bulabilmesi için  benden zaman istedi. Hiç acelesi yok dedim. Şubat ayının başlarıydı, bir gün Suna  hanım aradı. Müjdeli bir  haber vermek istercesine heycanlıydı konuşurken. Benim için albümlerde aradığı fotoğrafları bulmuştu. Onları postayla adresime gönderebilir ya da kendisi buluşacağımız bir yere getirebilirdi. Sevincimi belli ederken kendisiyle tanışmaktan mutluluk duyacağımı belirterek buluşma teklifini memnuniyete karşıladığımı söyledim, gün tayinini ona bıraktım. Bir hafta sonra tekrar beni aradı ve geleceği günü söyleyip onayımı istedi. Hemen kabul ettim. 12.05 ada vapuruna binip 13.25 te Kadıköy iskelesinde olacaktı. Sefer saatleri böyle yazıyordu çünkü.10-15 dakika önceden Kadıköy Adalar  iskelesi çıkışında kendisini bekleyeceğimi  söyledim.


Güneşli bir gündü. Adalar iskelesine söylediğim gibi biraz erken gelmiştim. Geminin geliş yönünü gözleyerek bir süre bekledim. Burnu uzaktan göründüğünde saatime baktım. Dediği gibi gemi tam zamanında yanaşacaktı. İskele çıkışına doğru yürüdüm. Telefonda bana giyeceği elbisenin rengini söylemiş, ben de onu kolay tanımamı sağlayacak  fotoğraflarını araştırmıştım. İskele çıkışında karşımda duran renkli gözlükleri ve koruyucu maskesi ile yüzü kapanmış kadının Suna hanımdan başkası olmayacağına adım gibi emindim. Yanına yaklaşarak, “Hoş geldiniz” dedim. Evet oydu.Nerede oturacağımıza o an karar verdik. Gideceğimiz yer uzak sayılmayacak bir mesafede olsa da yorulmasını istemiyordum. Fakat yürümeye alışık olduğunu söylemesi beni rahatlatmıştı. Sohbet ede ede Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne geldik. Güneş biraz olsun içimizi ısıtıyordu. Bir süre bahçesinde oturduktan sonra kapalı yere geçtik.


Sohbet aderken  kendisinden bahsedilmesini pek istemiyordu, bunu sezinlemiştim. Eşi Türk edebiyatının çok değerli bir yazarı ve şairiydi. Cumhuriyet'te uzun yıllar yazmayı sürdürdüğü  denemelerini ilgiyle okurdum.  Melih Cevdet Anday için arada konuyu değiştirip kendisinden anılarını dinlemek benim için kaçırılmayacak bir fırsattı. Suna Hanım benim gibi sormaya meraklı  biriyle karşılaştığında içinden ne geçiriyordu bilemiyorum ama  üzerinde bir güven yaratmış olmalıydım ki  bazı ayrıntıları yazılmamak kaydıyla paylaşırken bana karşı çok içtendi. Ayata beye ait benim hoşuma gideceğini tahmin ettiği fotoğrafları çentasından çıkartıp  önüme  dizerken de her birinin hikayesini eklemeyi ihmal etmedi. Ayata Beğensel kardeşinin gözünde esirgeme duygusuyla dolu bir insandı. Herkesin derdine yetişen, çare üreten iyilik sever bir karaktere sahipti. Bu özellikleri onun hayat çizgisini de belirleyecekti. Benimsediği siyasi idealleri uğruna kendisinden önce başkaları için çalışmaya adanmış bir ömürdü onun yaşadığı.


İNSANLIĞA ADANMIŞ BİR HAYAT

Suna Hanımı dinlerken Ayata Beğensel’in ilkelerine bağlı kararlı bir  duruşla gösterdiği fedakarlıkları gözümün önüne geliyordu. Hayatı boyunca vazgeçmediği bu çigisi ile arkasından gelenlere bıraktığı mirası düşünüyordum. 

Kemal Nebioğlu’nun arkasından anlattıkları da, bu mirasın ne kadar değerli olduğunu kanıtlıyordu.

 

“Türkiye İşçi Partisi’nin temel ilkeleri, gerek parti örgütlenme çalışmalarımızın yaptığmız kahve toplantılarının, il ve ilçe kongrelerinin, gerekse özel sohbetlerimizin ve sendikal çalışmaların, ülkenin yönetiminde işçilerin, köylülerin kısaca sömürülenin söz ve karar sahibi olarak ülkesinin, sendikasının, kooperatifinin yönetilmesine aktif olarak katılmasının sağlanması idi. Bunun sağlanabilmesi önce örgüt içinde işçilerin ve köylülerin ilçe, il, merkez yönetiminde bulunması ve de milletvekili liste başlarında yer almaları, parası olmayanların seçilebilmesi için de milletvekili aday adaylarının ödemek zorunda bırakıldıkları bağışın siyasi partilerce alınmamasını sağlayan TİP tüzüğünün 53. maddesi ve ilgili genelgeler ile sadece TİP’te mümkün olabilmişti. Sendikal mücadelelerde ise aynı paraleldeki ilkelerden hareketle, işçinin sendika seçme özgürlüğü ve referandum, işyeri işçi konseyleri sendika tüzüğünde yerlerini alması ve tüzük hükümleri doğrultusunda bölge, semt sorunlarına elkoyabilmesi ve toplu iş sözleşmelerinin imzalanmadan önce, ait olduğu işyerinde çalışan sendika üyelerinin oylarına sunulması imkânı sadece TİP kuruluşuna katkıda bulunmuş sendikalarda mümkündü. Köylünün tarlasında ürettiği ürünün, maliyet hesabı kendi emeğinin ücreti de hesaba dahil edilerek yapıldığında, ürünün, maliyetinin altında bir fiyat ile alıcısına satıldığı anlatılıyor ve de köylünün ürettiği tarım ürününün fiyatının, üreticisi köylü tarafından fiyatlandırılmayıp alıcısı tüccar tarafından fiyatlandırılmakta olduğu örnekleri ile açıklanıyordu. İşçinin sendikalarda toplu iş sözleşmeleri ile yaptığı gibi, köylünün de kuracakları kooperatiflerde örgütlenerek kendi ürününün satış fiyatını, bu kooperatiflerde belirlemesi gerektiğini ve bu hususların gerçekleşebilmesi, kanunlaşması için TİP bünyesi içinde işçilerin, köylülerin milletvekili olarak seçilmeleri gerekliliğini anlatıyorduk.” (Ayata Beğensel, Cumhuriyet, 15.8.2006)


Dün (13.2.2022) TİP'in 61. Kuruluş yıldönümüydü. Ayata Beğensel partinin kurucular kurulundaydı. Partinin başındaki Mehmet Ali Aybar partiyi özgürlükçü bir sosyalizm çizgisine oturtan görüşleriyle Türk Solunun özgün bir karaktere kavuşmasını sağlayacak ilkeleri savunuyordu. Bu farklı düşünüş daha sonraki yıllarda partisinde boy gösterecek ayrılıklara yol açacaktır. Denebilir ki TİP'in tarihi bir bakıma Türk Solunun parçalanma sürecinin tarihi sayılabilir. Bu süreçlerde en başından beri Mehmet Ali Aybar çizgisinden sapmayan Ayata Beğensel solda demokratik  sosyalizmi savunan duruşunu hiç kaybetmedi. Hatırası ve bıraktığı düşünsel mirasın önünde saygıyla eğiliyorum.

BİR CUMHURİYET AYDINI: HALİL TEKİN BUCAKLI’YA SAYGI

 


Unutulmayan anılar, hayatımızda iz bırakan kişiler, yaşanan yere ait kültürel ve tarihi miras saydığımız varlıklar bir şehrin ruhunu oluştururlar. Şimdiki kuşaklara bu dediklerim garip gelebilir ama bunlardan koptuğumuzda orada yaşamanın anlamından geriye çok az şey kalıyor. Kent yaşamı yaşadığımız çağda insanları farklı yerlere savurdu. Sadece tüketmeye yönelik zevkelerle doldurulmuş günlük yaşamın rüzgarına kapılmış insanlar için bu söylediklerim pek anlam ifade etmiyor olabilir. Bizler geçmişin hikayelerini anlatmaya, tarihin sokaklarında dolaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda okuyacağınız hikaye de bunlardan biri.


Kırklareli Basın Tarihinden bir Yaprak: Özveri Dergisi:


Kent tarihine yönelik araştırmalar sırasında bazen ilginç keşiflerle karşılaşırsınız. Belki de yaptığınız işin en zevkli yanı burasıdır. Geçenlerde Kırklareli’nde basın tarihi ile ilgili çalışmalar yaparken de böyle oldu. Konuyla ilgili yazıları ararken adına ilk kez rastladığımı sandığım biriyle karşılaştım. Sandım diyorum, çünkü kim olduğunu baştan çıkartamamıştım. Nazif Karaçam, Gazete Trakya’daki yazısında bu kişiyi etraflıca anlatmaya çalışmıştı.(1) 1956 yılında yayımlanmaya başlayan Özveri dergisinden söz ederken hakkında bazı önemli bilgiler de veriyordu.


Ama önce biraz Özveri’den söz edeyim. Derginin sahibi Rıza Tagal olarak biliniyor. Yani Ali Rıza Dursunkaya ailesimden biri. Yönetim yeri, çok ilginç, Kırklareli Öğretmenler Derneği derginin. Aslında dergiyi öğretmenler çıkartmaktaydı ve yasal engelleri aşabilmek için böyle bir çözüm bulunmuştu. Yazı kadrosunda yer alan isimler, Nazif Karaçam’ın sıralamasıyla şu kişilerden oluşuyordu: Nazif Karaçam, Orhan Hançerlioğlu, Fahrettin Dağdelen, Etem Ütük, Necmettin Efe, Kamil Varlık, Fedai Can, Trakyalı Aşık Mustafa, Yüksel Güngör, Mehmet Adem Solak, Muammer Tuncer, O.Yunus Yıldırım, Muzaffer A. Özden, N.Atik, Ali Büyükhelvacıoğlu, Refik Fikret Sağnak, Rıza Yalt.


Eğitim, kültür ve sanat konularında yayımlanan bu dergiden itiraf etmeliyim ki ilk kez haberim oldu. Aynı dönemlerde Edirne’de Uluğ Turanlıoğlu tarafından çıkarılan Damla dergisini hatırlıyorum. Ayrıca yine Kırklareli’nde yayın hayatı kısa süren, 1935-1936 yılları arasında Kırklareli Halkevi tarafından yayımlanan Batıyolu dergisinden de haberim vardı. Özveri’deki yazarlardan biri Mehmet Adem Solak  olunca, şu anda Güre’de yaşamakta alan değerli eğitimci ve şair büyüğümüzü arama gereği duydum. Onunla konuşurken öğrendim ki, Özveri dergisinin bir süre yazı işleri müdürlüğünü yapanlardan biri de o. Nazif Karaçam da yukarıda bahsedilen yazısının sonuna Mehmet Adem Solak’ın dergide çıkan Fukara Hasan adlı şiirini koymuştu. Bu şiir onun 1958 yılında yayımlanan ilk kitabı olan İçimde Yeşeren Bahar’da yer alıyordu:


Bu ev sekiz kişi bir Hasan

Hasan’ın sırtında su, sırtında ekmek

Bu ev tezek kokusundan kara islere dek

Hasan demek.

Alnında iki damla ter izi

Hasan bitkin gelir çalışmaktan geceleri

Elleri çatlamış sapsarı nasır

Elleri dokuz boğazın elleri.

Hasan, senin sırtına böyle yazılmış kaderin

Sabah tuz-biber akşam tuz-biber

Neylesin fukaralık bu

Yakındıkça uzar gider.


Halk Ozanı Trakyalı Aşık Mustafa:


Mehmet Adem Solak’la dergi hakkında konuşurken uzayıp giden sohbetimizin içinde ilerde ondan yazmasını istediğim ilginç anıları da dinleme fırsatı buldum. Ama konuşurken aklıma takılan asıl soru Nazif Karaçam’ın yazısında adı geçen Trakyalı Aşık Mustafa’nın kim olduğuyla ilgiliydi ve kendisini dinlerken hafızamdaki anılar birden canlanmaya başlamıştı. Yazıyı okurken asıl adının Halil Tekin Bucaklı olduğunu öğrendiğim bu kişi, Karahıdırlı Halil Bey olarak biliniyordu. Yazıda Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yöneticiliğinden emekli olduğu belirtilen Halil Beye , Nazif Karaçam yazdığı “Kırklareli’ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” kitabında yer vermişti.


Pekiyi, kimdi bu Karahıdırlı Halil Bey?


Adem Solak ile sohbet sırasında fark ettim ki Halil bey aslında benim ilk gençlik yıllarımda tanıdığım, babamın yakın dostu olan “Halil Amca” idi. Sabahları önümüzden geçerken babamın avukatlık yazıhanesine muhakkak uğrardı. Halil beyin gözleri görmezdi. Koluna girdiği bir yardımcısı vardı, onunla dolaşırdı. Ceketinin sağ cebinde ise, başlığı dışa gelecek şekilde katlanmış bir Cumhuriyet Gazetesi muhakkak olurdu. Yazları babama yardımcı olmak için çalıştığım bu yazıhane sohbetlerini merak ve keyifle dinlerdim.


Halil beyin hayatımda bu nedenle önemli bir yeri vardı. Ama onunla ilgili fazla bilgiye sahip değildim henüz. İngilizce öğretmenim Hüsniye Özyürek’in babası olduğunu hafızamı zorlayarak hatırlıyordum. Halil beyden herkes saygıyla bahsederdi. Çok iyi fransızca biliyordu ve sürekli kitap okuyan, dünyada ve yurta olup biteni günü gününe takip edebilen biriydi. Babamla ikisinin konuşmalarını dinlerken onların ilgi alanlarına girmek hoşuma giderdi. Bu yakınlaşma daha sonraki yıllarda benim araştırmaya, okumaya yönelmemi sağlamıştır. Bu nedenle babamın yazıhanesinde yaz dönemlerinde geçen mesai saatlerim düşünce ufkumu açan bir fırsata dönüşmüştü diyebilirim.


Şiir yazan Aşık Mustafa’nın ötesine uzanan özellikleriyle çok yakınımda olmuş biriyle yıllar sonra başka bir şekilde yeniden karşılaşmış olmam hem bir hüzün hem bir sevinç yaratmıştı içimde. Halil Amca’yı yeniden yaşatacak sihirin ne olduğunu anlamak, üstlendiğim görevin en zevkli yanıydı. Aslında bu işin katlandığınız yorgunluğa değmesini sağlayan şey de buydu. Hatırlamak yaşamı uzatmanın elimizden gelen tek yoluydu.


Şimdi Halil Tekin Bucaklı hakkında toplayabildiğim bilgilerden bahsetmeliyim biraz da. 


Halil Tekin Bucak Hakkında Öğrendiklerim:


Halil Tekin Bucaklı 1903 Selanik Kozan doğumludur. Bir Osmanlı bürokratı ve Bektaşi dedesi olan Selanikli Hayrullah Efendi’nin oğludur. Eşi artık mahalle olan  Karahıdır köyünden Adalet Hanımdır.  Baba Vize Sancağında Nüfus Müdürlüğü yapmış, okumaya önem veren ve oğlunun iyi bir eğitim almasını isteyen biridir. 1912’de Balkan Savaşları sırasında oğlunu öğrenim için İstanbul’a gönderir. Halil Bey’in Mekteb-i Sultani’de okuduğu söylenir ama torunlarından aldığım son bilgiye göre Bursa Lisesi’ne girer ve oradan mezun olur. Daha sonra Osmanlı Devletine sivil yönetici sınıfını yetiştirmek amacıyla açılan Mekteb-i Mülkiye’ye(Siyasal Bilgiler Fakültesi) girer. Bu okulu 1927 yılında birincilik ile bitirir. Kırklareli Valiliğinde maiyet memurluğu olarak başlayan memurluk hayatı birçok ilçede çeşitli görev ve kaymakamlıklarla devam eder. Vize’nin ilk kaymakamı olur. 1937 yılında İzmir Bölgesi İş Müfettişliği, 1938 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü 6. Şube Müdürü, 1941 yılında İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Umum Müdürü ve 1944 yılında Başbakanlık Arşiv Genel Müdür Yardımcılığı görevinde bulunur 1955 yılında emekliye ayrılıp Kırklareli’ye yerleşir. (2)


Devlet yönetiminde bulunduğu sıralarda çevresi tarafından prensiplerine son derece bağlı biri olarak tanınır. Çok iyi Fransızca bildiğinden Ankara’daki yüksek bürokrasi içinde “Fransız Halil” olarak tanınır. Fransızca kadar Osmanlıca’ya ve Rusça’ya da hakimdir. “Trakyalı Dertli Mustafa” “ Trakyalı Aşık Mustafa” mahlaslarıyla şiirler yazar. Bu şiirleri Özveri dergisinde yayımlanır. 1953 yılında yazdığı, Atatürk’ün naaşının taşınması sırasındaki duygularını anlatan Çakırım Destanı isimli şiiri ile ünlenir. Bu şiir Atilla İlhan tarafından bir televizyon kanalında okunur, daha sonra bestelenmek üzere Nevit Kodallı’ya verilir. Ancak bu tasarı hayata geçirilemez. (3)


Üç kız babası olan Halil Tekin Bucaklı çocuklarının kendisi gibi iyi bir eğitim almalarını ister. Kızlarından Hüsniye(Özyürek) 1946 yılında Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden mezun olduktan sonra Kırklareli Lisesi’nde ingilizce öğretmeniliği yapmıştır. Diğer kızı Melek(Ovalı) Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunudur. Kırklareli siyasi hayatında kültürlü, aydın bir Cumhuriyet kadını olarak tanınmıştır. CHP kadınlar Kolu Başkanlığı yapmış, Belediye yönetiminde görevler almıştır.


Halil Tekin Bucaklı şeker hastalığı nedeniyle görme engelli olduktan sonra ölünceye kadar hayatını Kırklareli’nde geçirmiştir. Okumaya olan düşkünlüğü, Fransızca olan hakimiyeti ile bilinen, düşünceleri, eleştirileri ile aydınlar ve gazeteciler arasında saygıyla anılan bir kişi olarak itibar görmüş, meziyetleri, fikirleri, tavsiyeleriyle saygıyla anılmıştır. Atatürk devrimlerine bağlılığı ile bilinen Halil Tekin Bucaklı son günlerinde ülkeyi karanlık bir döneme sürükleyen gelişmeleri kaygıyla izlemiş, 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapanlara karşı öfkesini dile getirmiştir. Gazeteci İsmet Solak bir yazısında o günleri şöyle anlatır :

“Kenan Evren o sırada TV'de konuşuyordu. Ve Atatürk ile söze başlıyor, Atatürk ile bitiriyordu. Halil Bey, 28 yıldır görmediği gözleriyle sanki geleceği süzüyordu:

"Bana da öyle geliyor çocuk. Sonunda, 'Atatürk, Atatürk' diye, diye

bunlar bu defa Atatürk'ü gerçekten öldürecekler. Gidişatı hiç

beğenmiyorum."

"Ben Atatürk'ün en yakınında bulunmuş, isimsiz beş sınır neferinden

biriyim. Ama, benim neler yaptığımı sorma çocuk. Bu sır benimle

toprağa girecektir. Yeter ki, o büyük dehanın izinden ayrılma, onu

anla, anlat, tanı ve tanıt. Mesele burada."(4)


İsmet Solak Hali Tekin Bucaklı’yı andığı başka bir yazsında onun sözlerini nakleder:

“Devlet Arşivleri eski Genel Müdürlerinden, akrabam da olan, rahmetli Halil Tekin Bucaklı ileri yaşlarda görme yetisini yitirmişti. Bir gün Devlet yönetimi üzerinde sohbet ederken şöyle demişti:

“Bak çocuk, bu dediğimi unutma. Büyük bir düşünür, her toplum kendine layık olan bir yönetimle yönetilir, diyor. Çünkü, onu görür, her şey ondan ibaret sanır. Oysa, insanların aklı toplumların itibar ettiği zamanlarda öne çıkarsa, o toplum kendinden de ileri bir yönetim tarzını seçebilir. Bizler, Mustafa Kemal ile bu imkana kavuştuk ve çağdaşlığı ve uygarlığı yönetim ilkesi saydık. Ha, yarın bir gün bu imkanlarımızı kaybedersek çağ dışına düşeriz ve safsataların emrine giriveririz, bunu da iyi belle.”

Halil Tekin Bucaklı kim mi? Mektebi Mülkiye’nin arşivine girerek nasıl büyük bir zekaya ve yeteneğe sahip olduğunu görebilirsiniz. Çünkü, öğrenim döneminde tüm notları tam olan bir öğrenci olduğunun farkına varabilirsiniz. O kadar zekiydi ki, “Ben Atatürk’ün sınır neferlerinden biriyim, ama görevimin ne olduğunu sorma bana. Sınır neferliği bana yeter de artar” der ve sohbeti bitirirdi.” (5)


Kırklareli’nde 2007 yılının Ekim ayında yapılan bir şiir okuma etkinliğinde kızı Melek Ovalı babasından şöyle bahseder:

"Babam Atatürk sevgisiyle dolu bir insandı. Bizi de o şekilde yetiştirdi. Bugün Atatürk'e karşı yapılan tutum ve hareketler bizi derinden yaralıyor. Birlik ve beraberlik içinde olalım. İnandığımız şeylere sahip çıkalım. Bize düşen görevleri yapalım. Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi unutmayalım. Her şeyden önce laik, demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Atatürk devrimleri ve inançları yıpranmaya başladı. Babam hayatı boyunca mücadeleyi elden bırakmadı. Babamla gurur duyuyorum. O yaşamı boyunca dürüst ve namuslu bir hayat sürdü. Hiç bir zaman taviz vermedi. Bizler de onun gibi hiç bir şeyden taviz vermemek zorundayız." (6)


Bu duyarlı Cumhuriyet aydını 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı üzüntülere dayanamayıp 24 Eylül 1980 günü aramızdan ayrılmıştır.

Yazdığı şiirler şimdiye kadar bir kitapta toplanmamıştır. Kitaplığında yer alan el yazması notlarının bir kısmı bu gün torunları tarafından korunsa da zengin kütüphanesi maalesef bu gün kayıptır.


Torunlarından rica ettiğim belgeleri ve fotoğrafları daha sonra ayrıca paylaşmayı düşünüyorum. Ayrıca yakın zamanda kendisini ziyaret etmeyi planladığım Sayın Ertuğrul Karakılavuz ile bu konuda yüz yüze bir görüşme yapacağım. Yazıya son vermeden önce burada bir bilgiyi paylaşmadan geçemeyeceğim:


Gazete Trakya sayfalarından öğrendiğime göre 2017 yılının Ocak ayında yapılan Belediye Meclisi toplantısında Ertuğrul Karakılavuz tarafından Karahıdır Mahallesi’nde uygun bulunan bir sokağa Halil Tekin Bucaklı adının verilmesi talep edilir. Karar uygun bulunarak, 898. Sokağa Halil Tekin Bucaklı adı verilir. Bu karara Ak Parti grubu sokak ve caddelere ancak şehit ve gazilerin adı verilir gerekçesiyle itiraz eder ve talebe red oyu verir. Ancak Meclis oy çokluğu ile Halil Tekin Bucaklı adının verilmesini kabul eder. (7) Kendisiyle telefonda görüştüğüm Ertuğrul Karakılavuz bununla ilgili Meclis kararının elinde olduğunu bana söyledi. Ancak benim Karahıdır Mahallesi için yaptığım harita taramasında maalesef bu sokağın adı hala 898. Sokak olarak geçmekte. Demek oluyor ki Belediye Meclis Kararına rağmen sokağın adı hala eskisi gibi durmaktadır. Ancak işin daha ayıbı Halil Tekin Bucak gibi değerli bir Cumhuriyet aydını, Atatürkçü bir büyüğümüzün, Cumhuriyet Yönetimi’ne hizmetleri geçmiş değerli bir bürokratın adının kent merkezinde bir cadde veya sokağa verilmemiş olmasıdır. Bu konunun takipçisi olacağımı buradan duyurmak isterim.


Notlar:

(1) Nazif Karaçam, Bir Zamanlar Kırklareli’nde “Özveri” Dergisi Çıkardı, Gazete Trakya 23.3.2006.

(2) Vikipedi Halil Bucaklı maddesi; Nazif Karaçam Kırklareli'ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar, 2014 Edirne.

(3) Çakırım Destanı Şiiri değerli dostum Hasan Çalıkuşu tarafınadan bana gönderilmiştir. Onu Kırklareli Yerel Tarih Grubunda Hasan Çalıkuş’nun bir çalışması olarak ayrıca paylaştım. Bu yazı için şimdilik elimde bulunan tek fotoğrafı da ondan aldım.

(4) İsmet Solak www.zohreanaforum.com. 21.01.2009

(5) İsmet Solak, 24 Saat Gazetesi, 20.4.2016

(6) Melek Ovalı, Gazete Trakya, 4.10.2007

(7) Gazete Trakya Haberi Şehit Özüpek'in adı sokağa veriliyor  5.01.2017

YİNE BİR 12 EYLÜL SABAHI


 

Bundan 42 yıl önce Edirne'de bir sabah...

Radyodan dinlediğim konuşma beni ve benim gibi bazıları için korkutucu bir başlangıcı ilan ediyordu.

Toplumun kafaları karıştırılmış, endişeli çoğunluğu ise olan ve olacak olanların muhasebesini yaparken "kurtulduk" diye seviniyorlardı. 

Onlara göre ülke artık huzura kavuşacak, kötüler temizlenecek, suçlular cezasını çekeceklerdi...

Bu işe "bulaşanlar" rı birer birer yakalamak üzere o sabah darbenin askerleri yönetimi ele geçirdiler biliyorsunuz. 

Ne oldu sonra? Neler yaşandı bu güzelim ülkemde?

Bu günlere gelinceye kadar yaşadıklarımızı anlatmam mümkün değil burada...

Ama bildiğim şey şu ki ülke hala 12 Eylül darbesinin anayasası ile yönetiliyor.

12 Eylül öncesinin “böl- yönet” senaryolarını andıran  bir yönetim zafiyeti hala gündemde...

Ülke benzer sorunları, sokaklarda  şiddet dozu olmasa da, başka türlü yansımalarıyla yaşamaya devam ediyor. Demokrasi büyük ölçüde askıya alınmış, özgürlükler kısıtlanmış halde...

12 Eylül öncesinde yaratılan korku, endişe ortamı 42 yıl sonra  ülkenin üzerine bir hayalet gibi yeniden çökmüş durumda.

Hala kurtuluşu bekliyoruz...

Elimizde bunu sağlayacak sihirli bir formül yok. Ama deneyimlerle kazanılmış bazı doğruların değerini daha iyi anlayan bir toplum olduk.

Nerelerde hatalar yapıldı, artık daha iyi biliyoruz.

Ama bunun yerine konacak yeni modelin içini eksiksiz dolduracak bir zihin açıklığı henüz pek net değil...

Maalesef...

Ama, 42 yıl önce ve sonrasında doğan şimdi orta yaşlarına gelmiş insanlardan oluşan farklı bir toplum yapısı var artık.

Arkalarından gelen onların çocukları ise şimdiki genç kuşağı oluşturmakta.

Dün izlerken, Urfa'da başı açık ve örtülü genç kızlarımızın da aynı meydanda buluştuğu Zakkum konserinin coşkusu kafama mıh gibi yerleşiyordu.

Aradığım  soruların bir başka cevabını veren bu görüntüler bana şunu söylüyordu aslında:

Geççek , geççek bu da geççek. 

Merak etmeyin, gidecekler...

19 Ağustos 2022 Cuma

FAİZ ISRARI ?

 (Fakültede en sevdiğim  hocam değerli iktisatçı Prof.Dr.Yüksel Ülken'e  saygıyla)

Faiz neden düşürüldü,  amaç ne?

Henüz bu konuda yapılmış okuduğum bir yorum yok ama, MB faizi 100 baz puan düşürmek suretiyle değeri  yükselme eğilimi gösteren dolar varlığını  kendine çekmek istiyor olabilir. Biraz karışık ama,  şöyle mi düşünüyorlar acaba: Faiz düştükçe elinde doları olanlar  dolarda beklemeyi ya da dolarını TL ye çevirip Kur Korumalı Mevduat hesabına yatırmayı tercih edecekler. Enflasyon beklentisi yüksek iken, yüksek faiz vererek dövizde TL ye geçmek finans sistemini ve hazineyi yoracağindan geriye tek çare kalmakta. O da faizi düşürüp dolarda bekleyenleri KKM hesaplarına yönlendirmek. Dolara olan talebi kontrol altına almak zorundalar,  yoksa döviz alıp başını gidecek. Bu durumda hazine kaynaklarını sonuna kadar zorlayıp döviz kurunun fiyatını dengeleyecek  bir "gizli faiz" uygulanıyor. Geçen ay KKM hesaplarına üç ayda yüzde 21 net faiz ödediler. İşte bu gizli faizdir. Adı faiz değil ama bal gibi faizdir.  Böylece Bankalara  bedavaya gelen milyarlarca paranın ( 1 trilyonun uzerinde) 

düşük faizlerle kredi olarak piyasayı fonlaması sağlanacak...Çokmüş bir ekonomik sistemin en acımasız bir kapitalist zihniyetle  ayakta kalma çabasıdır   bu alınan  kararlar.

Ekonomi yönetimi bilgisizlikten değil arkasındaki bu sınıfsal kayırmaci sistemi yaşatmak için bunu sağlayacak parasal  araçlara başvuruluyor. Zengini, sermaye sahibi kesimleri koruyarak ekonomiyi ayakta tutmaya çalışırken bütün yükü emekçi kesimin ve yoksulların üstüne yıkan, parası olanı kollayan, fakiri süründüren bir sistem bu.(*)

Muhalefet bunu dikkate alarak alinan kararlari eleştirmeli  ve karşı çıkmalı.

 Ama hangi muhalefet?


(*) Fatih Altaylı bile bu duruma itiraz edenlerden:

 "Bu politika ile zengin çok daha zengin, fakir çok daha fakir olur. Ücretliler ezilir, orta sınıf ortadan kaybolur diye uyardık yılbaşından bu yana. Karşılığı ne oldu? İktidar trollerinden küfür yedik. Hain olduk, cahil olduk. Hiçbir şey bilmedikleri için her şeyi bildiğini zanneden ahmaklara meze olduk. Sonuç? Dün şirketlerin 2. çeyrek mali tabloları ortaya çıktı. Hepsi kâr patlaması yapmış."  HaberTürk yazısı.

10 Haziran 2022 Cuma

İNSANA DOKUNAN HİKAYELER: BAY NE VE ARKADAŞI


 

Bay NE Ayvalık'da  bir dükkan adıdır aynı zamanda. Burada yaşayanların çoğu bilirler. İşi düşenlere yolu tarif ederler, güvence vermeyi de unutmazlar. Küçücük bir yerdir, tek kişinin sığacağı kadar küçüktür. Daracık kapısından başınızı uzatıp, yanınıza gelmesini isteyebilirsiniz ancak. İçeri giremezsiniz. Yasak olduğundan değil. Geçerken zorlandığınız daracık bir koridorun ucunda masasının kenarında çalışır  Bay Ne. Dükkan ağzına kadar,  bozuk veya teslim edilmeyi bekleyen aletler veya  atılma zamanı gelmiş   değerlendirilmeyi bekleyen hurdalarla doludur. Üzerlerinde iliştirilmiş bir kimlik, arıza notu, ne zaman geldiği, son durumu, bekleme süresi gibi  bir bilgi yoktur. Karışık gibi gelebilir size ama değil, hepsi sırasını bekler ve sahibince bilinir sadece.  Bu dağınık  manzaraya bakanlar görüntüye bakıp  kaybolur, unutulur, karışır diye endişelenmez, kuşkuya kapılma hiçbiri. Sahipleri gibi, işini yapan usta da böyle düşünür. Arızalı aletler o kadar çeşitlidir ki burayı tanımayan birinin ilk bakışta aklı karışır. Gerçekten akıl erdirmek zordur önce. Ama Bay Ne o kadar işini iyi yapan  bir insandır ki, glenler derdini söyledikten sonra  kuşku duymadan ayrılırlar yanından. Nasıl olsa  emin ellerdedir artık bırakılan emanet.

 

Bay Ne eski bir makine teknisyenidir. Uzun yıllar çalıştığı şirketlerde kurulan yeni tesisleri devreye sokan  çalışmaları yönetmiş,  müthiş yaratıcı, becerikli bir insandır! Dükkana gelen her sorunu önce dikkatlice dinledikten sonra yapılacak işi belirleyip arızayı   düzeltmeye çalışır.  Onun sihirli elinin  değmesi bozulmuş, tamiri gereken aletlerine yeniden kavuşmak isteyen müşterileri için son bir umuttur. Bay Ne’ye göstermeden  asla çöpe atılmayacaktır hiç biri. "Bir de Bay Ne baksın buna" denir.  O da, "Getir, bir de ben göreyim" der. Böylece  çalışmayan ne varsa, aklınıza gelmeyecek kadar çeşitte hayatımıza girmiş, vazgeçemediğimiz, sahip olmak için bir sürü fedakarlıktan sonra edindiğimiz, bu aletler   dükkana gelip tamir sırasına girecektir  dükkanda.  Bay Ne, ne gerekiyorsa yapar. Yapılacak bir şey kalmadıysa onu da dosdoğru sahibine söyler. Eğer böyleyse getiren kişi  sözüne güvenir, başka bir çözüm olmadığına  inanır, "atalım gitsin o zaman" der, oraya bırakır. Bay Ne bu işe yaramaz sanılan hurdayı, "bana ne demez", kabul eder. Az  bulunur derecede kibar bir insandır Bay Ne. Kimseyi üzmez, kırmaz. O kadar narin biridir. Bu yüzden tamir edilemeyecek aletler de dükkanda birikmeye başlar bir yandan. Icerdeki kalabalığın bir sebebi de budur. Bay Ne bunları alması için  ara ara, tanıdığı olan bir eskiciye haber verir, karşılığında bir şey istemez. Eskici  geri dönüşümcülük yapan  eski bir Beyoğlu  aşçısıdır. İstanbul'da çok iyi yerlerde çalışmış tecrübeli bir mezeci şeftir. Uzun yıllar bu işe emek verdikten sonra herkesi doyurmaktan yorulmuştur. Artık dinlenmek istemektedir. Ayvalık'a yolu düşmüş, buraya yerleşmiş,  simdi de geri dönüşümcü  olmuştur. Bay Ne çağırdığında  dükkanda birikmiş  bozuk aletleri elden geçirir, içinden işe yarayacak malzeme ve parçalar ayıklar, sonra ücretsiz olarak, kullanması için yeniden Bay Ne'ye geri verir. Diğer kalanları da hurda olarak satar.

 

Simdi onları tanıdınız. İkisi de işe yaramaz sandığımız şeylere hayat verirler. Böylece hayatın devamlılığına katkıda bulunurlar. Kullanılmaktan yorulmuş  eşyalara ömür katarlar. Çevrenin daha az kirlenmesine  engel olurlar. Her arızada kolayca kullanmaktan vazgeçilen, yenisi ile sürekli değiştirilen tüketim çılgınlığına kendince “dur biraz” diyerek  kolaylaştırıcı olurlar. Hızla kirlettiğimiz bir dünyamıza bir  çeşit sürdürülebilirlik katma çabası deyin isterseniz. İtiraz etmem.

Bazı küçük hikayeler böyledir. Hiç beklenmedik bir yerde karşınıza çıkarlar. Biraz içine girip kurcaladığınızda başka keşiflere çeker sizi, şaşırtarak.  Hiç bir şey dıştan göründüğü gibi değildir. Bu iki kahraman gerçek kişilerdir. Bu anlattığım   hikaye de kurmaca değildir.


27 Mayıs 2022 Cuma

KABAHATİN ÇOĞU SENİN KARDEŞİM!


70'lik bir rakı gibisi yok! Çok değerli, çok pahalı! Yanına yaklaşılmıyor yıllardır. Onu bir zamanlar yanınıza alır, birlikte dost sohbetlerine katılırdınız. Artık sizinle gelmiyor. "Beni yok varsayın, gelemem" diyor kibarca..."Kusura bakma arkadaş" diye de ekliyor.


Anlıyorum onu. Dün duydum en son, iyice değerlenmiş. "Kabahat bende değil, ekonomiyi yanlış yönetenler düşünsün" diyecektir muhakkak.  Ona kızamıyorum. Hatta bir ara bana küs olmasını da olgunlukla karşılıyorum. Değerini bilmeyip, yalancıktan bir benzeriyle oldum bir zamanlar. Gülmüştü bana! "Anlayacaksın, anlayacaksın" diye parmak sallamıştı uzaktan. Haklıydı. Ne hallere düşmüştüm! Sadece ben mi? Hala aynı hatayı yapan dostlarım, tanıdıklarım var. Yapmayın, etmeyin desem de söz dinletemiyorum kimseye. Hiç olmazsa onun adını kullanmayın diyorum, dinlemiyorlar.


O asil duruşu yok mu? Binlerce yılın deneyiminden süzülerek karşıma kurulup geçmesi yok mu? Hangi şarkılar diyeceğim, hangi aşklar. Ver elini gidelim diyeceğin yerlerde hep yanında götürdüğün o dost sıcaklığı, ne kadar özleşmişiz diyerek sarıldığımız anlar, hiç unutulur mu? O hafızamızda yer eden bütün hikayelerimin tanığı, hata özeti gibi değil mi? Hepimizin hikayelerinde olduğu gibi...


Artık hatırlamak bile ağır geliyor insana. Bakın, bir insana yapılacak en büyük kötülük nedir, bilir misiniz? Hafızayı yok etmektir! Evet, aynen öyle...İnsan  belleği ile bu günü yaşar, anlamlandırır, hayata katılır. Tersi, korkunç bir yalnızlıktır. Kendinden koptun mu;  komşundan, dostundan, en yakınındakinden bile kopar insan. Çünkü hatırlamazsın. Daha kötüsü, yavan bir yaşamdır katlandığın. Ayaklarınızı sürte sürte yürür  gibi yaşarsınız. Doya doya sarılamazsın, gülemezsin, kahkahalar patlatamazsın. Yakışmaz sana! Nasılsın diye kimse sormaz sana. Sen de soramazsın.


İşte bir 70''lik derken değerli olan her şey gibi tadı tuzu kalmayan günlerin sayıklamasıyla yazdım bu satırları size. Ama!


... Boş verin bu yazdıklarımı siz.. Ben 70'lik deyince başka şeyler anlaşılacak yine.

Bu sıralar huysuzun, aksinin biri oldum. Kimseye derdini anlatamıyorum pek. 70'lik bir rakı  olsaydı yanımda, o anlardı beni.


... Eskiden olduğu gibi yanımda olsaydı,  asıl başka bir şey söylemek isterdim. Nazım Hikmet’in bir şiirini okumak isterdim ona. O hatırlar. Hani şu şiiri:


"Koyun gibisin kardeşim,

gocuklu celep kaldırınca sopasını

sürüye katılıverirsin hemen

ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

hani şu derya içre olup

                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm

                                    senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

                      kabahat senin,

                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —

                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!"

diyen şiiri...

Tarihi Bir Gün


Bu gün tarihi bir güne daha tanıklık ettik.

3 saat süren kabine toplantısından dev bir adımın müjdesi çıktı.

İlgili bakanlar "Bu bizim için  küçük bir adım, ama insanlık için büyük bir adımdır" diyerek haberi duyurdular. 

Günlerdir merakla beklenen, ayağa yere basan bir karara göre;

gerekli şartları taşıyanlar arasından seçilmiş bir Türk genci 

Milli Uzay Programı çerçevesinde uzaya fırlatılacak. 

Fırlatılan gencin daha önce bir terör faaliyetine karışmamış ve okur yazar olması yeterli sayılacak.

Başvurular için süre kısıtlı olacak ve internet üzerinden yapılabilecek.

Bu projeyle gençlerimize yeni iş fırsatlar doğacağı söyleniyor. 

Bir yetkili "Hiç bir kayırmacılık yapılmayacağını garanti ediyoruz" sözü verdi.

Aynı yetkili "bu sayede yurt dışına beyin göçü yerine dönüş garantili uzaya adam fırlatma  dönemi başlayacak" diye konuştu.

Öğrenildiğine göre şimdilik uzaya 1 kişi gönderilecek.

Ilgi artarsa ihtiyaçlara göre sayı esnek tutulacak.

Fırlatmadan sorumlu çevrelere göre;

ileride "Git-Gez-Öde" yöntemiyle uzay turları da düzenlenebilecek.


Kabine toplantısı sonrası Cumhurbaşkan'ından şu resmi açıklama geldi:


"Bugün hedeflerimizden birine yönelik önemli bir duyuru var. Artık dünyada siyasi bağımsızlığın teknolojik bağımsızlıktan geçtiğini biliyoruz. Dünya düzeninin belirleyicisi konumundaki teknolojilerin her alanında proaktif bir Türkiye inşa ediyoruz. Uzay yarışında yer almak lüks değil bir mecburiyettir. Bu salondaki basın mensupları aracılığıyla bakan arkadaşlarım aracılığıyla birçok insan uzaya gitme hayali kurmuştur. Evet, artık o vakit geldi. Milli Uzay Programı’mız çerçevesinde bir Türk vatandaşımızın Uluslararası Uzay İstasyonu’na gönderilmesi sürecini resmen başlatıyoruz.”

26 Mayıs 2022 Perşembe

Kış Ayvalık'a Yakışmaz

İki gündür kışladık buralarda. Hava ansızın soğuyunca dolaplardan kalın giyecekler çıkartıldı. Tedbirliyiz bu konuda. Geçen yaz da geç gelmişti sıcaklar, hatırlayın. Çarşamba sabahı muhteşem bir havada deniz kenarında güneşten korunmaya çalışırken şimdi odamda polar kazağımla oturmaya mecbur kalıyorum. Karşımdaki denizde ise kuzucuklar hala coşkulu. Belki bilmeyenleriniz vardır,  kuzeyden esen rüzgar hızlandığında denizin ustündeki dalga köpükleri çoğalır birden; burada buna kuzucuklar denir. Evim bir tepede, seyirlik bir yerde olduğundan  böyle havalarda rüzgarın şiddeti bu kuzucukların koşturmasıyla anlaşılır.


Ama Ayvalık'da kışın, yazları olduğu gibi yaşanmaz. Sıkıcıdır, insanı eve hapseder. Soğuk ve rüzgarlı geçen, boşalmış bir ada gibi oluverir birden. Zaten Ayvalık bir yarım ada olduğundan adalar sınıfına girer. Tek farkı kışları adayı karaya bağlayan kısım ayrılır, ada çıplaklaşır, yalnız ada olur. Yazın da tersi.


Bunu ilkin yeşil başlı yaban ördekleri fark eder. Havalar ısındımı sığ kıyılardaki kayaların etrafında usulca avlanmaya başlarlar. Karınları doydumu havalanırlar. Adanın bir başka yakasında çiçek açmış  Ilgın ağaçlarının gölgesindeki küçük gölde dinlenirler. 


Kış geldimi  fırtınasız yağmurlar beklenir sadece. Balikçılar açılıp bol bol balikla dönsünler diye; zeytinciler ağaçları  bol bol su alıp yaz sonunda iri zeytinler toplasınlar  diye.


Mevsimlerin dengesi insanları da etkiler burada. Hayallerinizi ekersiniz siz de. Yaza yapılacak işlerle dolar umutlarınız; beklentiler, hazırlıklar, planlar... Hayatınızı mevsimlere göre ayarlarsınız.


Ama Ayvalık yerlileri böyle düşünmezler pek. Onlar için biz dışardan gelenlerizdir hala. Gençleri böyle düşünmeseler de...


Eski ayvalıklılar ki hepsi mübadelede göç edenlerdir, hala geldikleri yerlerin hatıralarını anlatırlar bizlere. Artık hayatta çok azı kalmış büyüklerinden dinledikleridir bunlar da. Biz onları dinleye dinleye acilarını anlamaya çalışırız sadece...


Belki içlerindeki yaşlılar bizim gibi bakmazlarken denize, kötü anılar tazelenmesin diye mi düşünürler, bilinmez.  Denizi arkalarına alıp, bizlerin yaptığının tam tersine, sahildeki banklarda kara yönüne bakarak otururlar.


...Kuzucuklara bakarken bunlar geldi işte aklıma. Kışlanmak Ayvalık'a yakışmıyor aslında. Bakalım, meteorolojiden iyi haberler alırsak kaldığım yerden devam ederim yine...

BAHÇEDE SAVAŞ VAR


Bahçemdeki otların hali  fena halde canımı sıkıyordu. Bütün kış yağan yağmurla beslenen topraktan aldıkları güçle boylanmışlar, adeta göğe doğru fışkırmışlardı. Birbirlerine hiç ayrılmayacak gibi  kaynaşmış, bana karşı düşmanca birleşmişlerdi. İsimlerini hiç bilmediğim,  kiminin  dikensi sivri yaprakları olan, uçları püsküllü çiçekleriyle rüzgarda uçuşan, keyifle sallanan bir bitkiler cümbüşü adeta bana meydan okurcasına ayaklanmışlardı. Zavallı, geçen yaz bin bir emekle biçip adam ettiğim bahçeme yaz bittiğinde  ben ayrılıp gidince yeniden sahip olmuşlardı. Sadece onlar mı? Kök saldıkları kireçli, kaya sertliğindeki toprağın içine işleyerek yarattıkları derin oyuklarda türlü türlü böceklerin çoğalmasını da sağlamışlardı. Şimdi işbirliğine bu canlılar bir olup katılmışlardı. Toprağın dipleri bunlarla doluydu. Bütün bu canlılar topluluğu yokluğumu fırsat bilip bana karşı savaş açmışlardı sanki. Sessiz mi kalacaktım, görmemezlikten mi gelecektim bu başıboşluğu? Beni ne sanıyorlardı?

 

Bu işe kökten bir çözüm ne olur  diye danıştığım bahçe komşum, halime acıyarak bakarken  kendi yöntemini de anlatmaya çalıştı. Ona göre yapılacak iş çok basitti. Otların  yok edilmesi için en köktenci çözüm zehir kullanmaktı. Evet,  topyekûn bir savaş!

 

Doğru söylüyordu, her yaz başında çılgınca bahçeyi saran bu ot anarşisinin önüne başka türlü geçmeyecektim. Komşumun adını verdiği botanikçi aynı zamanda çiçek sever bir ziraatçıydı. Onda en etkili zehiri bulabileceğimi söyleyince rahatladım. Hemen dediğini yaptım ve ziraatçıdan öğrendiğim  gerekli bilgilerle - yani kuşandığım silahlarla- koşa koşa eve döndüm. Ama eve sokmadan,  zehir ilacını kimsenin eline geçmeyecek şekilde gizli bir köşeye sakladım. Bizim bahçede kedi köpek boldur. Onların bizi bahçede üreyen farelerden ve eve kışın girebilecek hırsızlardan koruyabilmeleri için hayatta kalmaları gerekiyordu. Zehire ulaşmamaları için erişemeyecekleri yükseklikte asılı duran bir alet çantasının içine gizledim zehir kutularını. Artık işe başlayabilirim.

 

Ziraatçının tavsiye ettiği şekilde rüzgarsız  ve yağışsız bir sabah erkenden kalkıp  harekatı  başlattım. Ağzımı burnumu bir maskeyle kapattıktan sonra aldığım zehir tozlarını kuşanıp bahçeye fırladım. İlacı fazla havalandırmadan yaban otlarının üzerine serptim. Bütün bahçeyi böyle taradıktan sonra bir kaç gün ölmelerini beklemem gerekiyordu. Öyle yaptım.

 

Bir sabah balkonda rengarenk açmış  çiçeklerini özenle sulayan karım yorganımı çekerek beni uyandırdı. Kalk, dedi, bak bahçede neler olmuş. Heyecanla uyku sersemliğimi üstümden atarak ayaklandım, balkona koştum. Evet, doğruydu. Koca bahçede bütün istemediğim bitkiler ansızın sararmışlar, boyunlarını toprağa doğru büküp kaderlerine razı olmuşlardı. Zafer benimdi. Bundan sonrası artık daha rahat olacaktı. Aynı gün gündelikçi iki kadın işçi ayarlanıp, üzerlerinden tırmıkla geçilecek ve ortaya bahçemin görmeye özlediğim yüzü çıkacaktı.

 

Çalışmalar planladığım gibi gittikten sonra yapılacak iş, otlardan kalan boşluğun nasıl doldurulacağıydı. Bu konuda komşumun bahçesinde henüz başlamış bir faaliyet yoktu. Fakat muhakkak bir bildiği vardı. Sorup öğrendiğimde biraz keyfim kaçmış olmakla birlikte yapılacak başka bir şey yoktu. Ya bahçeyi olduğu gibi betonla kapatacaktım ya da üstünü  dışarıdan getirdiğim  havalanmış yeni bahçe toprağı  ile örtecektim. Dikmek istediğim süs bitkilerim için yine aynı ziraatçıdan temin edilecek güçlendirici vitaminlere de ihtiyacım olacaktı. Yeni fidelerin ekilmesi için geç kalınmış olmakla birlikte bu mevsimde hemen kök tutacak küçük menekşeler, petunyalar  falan bulabilirim. Ne yapalım, başa gelen çekilecekti. Düşman otlardan kurtulmak avunmam için yetiyordu.

 

Öyle yaptım, bahçemdeki  zararlı canlıların kökünü kazıdıktan sonra artık rahat uyuyabilir, kendimle övünebilirdim. Bahçenin son halini gören komşulara  galip bir komutan edasıyla bunu nasıl başardığımı anlattım.  Bana yardımcı olan komşum, geç bile kaldın dostum, baş edilmez bunlarla, çekip vuracaksın, dedi. Çok haklısın, dedim. Artık savaşmayı öğrenmiştim.

28 Nisan 2022 Perşembe

23 Nisan Nasıl Çocuk Bayramı oldu?

 Akın Güre


Bu gün 23 Nisan 1920'de açılan, Millet Egemenliğinin temsil edildiği Millet Meclisimizin kuruluşunu andığımız büyük bir bayramdır. Bu bayram 1921 yılından itibaren Milli Bayram olarak kutlanmaya başlanır.   1927 yılından itibaren yardıma muhtaç  çocukların durumlarına dikkati çekmek amacıyla  kabul edilen   Çocuk Haftasının  Milli Bayram'la birleştirilerek kutlanması daha sonraları 1935 yılında olur. Bunda Kırklareli'nden yetişen  Dr. Fuad Umay’ın büyük payı vardır. Başkanlığını yaptığı Himaye-i Etfal Cemiyeti Çocuk Bayramı Haftası şenliklerinde  çocuklar için yardım pulları çıkartır, bağışlar toplanmasını sağlar. Bayram daha sonra, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaya başlanacaktır. 


Himaye-i Etfal Cemiyeti Reisi Dr. Fuad Bey, bu günün Çocuk  Haftasına  dönüştürülmesinin amacını şöyle anlatır:


“Milletin dayanağı vatan yavrularının sağlık ve hayatlarını ve memlekete faydalı birer insan olabilmelerini temin maksadıyla Milli Mücadele’nin en hareketli zamanlarında Ankara’da kurulmuş olan Himaye-i Etfal Cemiyeti büyük ve kutsi bir emelde muvaffak olabilmek için gayret sarf etmektedir. Bütün çalışmasını ulu himayeci Gazi Hazretleri’nden, muhterem hükümetten ve şefkatli halkımızdan gördüğü maddi ve manevi yardımlarına dayandırmakta olan Cemiyet, çalışmasında muvaffak olabilmek için halkımızın çocukla alakasını arttırmak amacıyla 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı ihdas etmiş ve üç dört seneden beri vatanın her tarafından pek güzel suretle kutlanan Çocuk Bayramı’ndan cesaret alarak bu bayramı “Çocuk Haftası”namıyla yedi güne yaymıştır."

Çocukluk ve gençlik yıllarının bir bölümü Kırklareli'nde geçmiş değerli tarihçi Mehmet Ö. Alkan bu konuda yazdıkları şöyledir:

“1935 yılında TBMM’nin açılış günü olarak 23 Nisan’a ilk kez bir isim verilmiş ve “Ulusal Egemenlik” bayramı olarak adlandırılmıştır. Bu tarihten itibaren iki farklı bayram bir yandan TBMM’nin açılışı “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kutlanmış, diğer yandan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kurum günü olan “Çocuk Bayramı” aynı gün kutlanmaya devam etmiştir. Bununla birlikte 1935 yılından itibaren iki bayram “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” şeklinde fiili olarak birlikte anılmaya başlanmıştır.” (Mehmet Ö. Alkan, 23 Nisan'ın Gayri Resmi Tarihi. Toplumsal  Tarih Dergisi, Nisan 2011)

Egemenliğimizi kazandıran büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk'ü saygıyla anarken, bu günün çocukların korunması  adına anlamlı bir  kutlamaya dönüşmesini sağlayan Dr. Fuad Umay'a da şükranlarımızı sunuyoruz.

Gezi Ruhunu Anlamaya Çalışmak

 Dokuz yıl önce Gezi olaylarının başladığı 2013 yılının Haziran ayı Türkiye için farklı bir dönemin başlangıcıydı: Barış sürecinin dayattığı demokratikleşme talepleri yanısıra çevreci ve seküler bir refleksle bir araya gelen Taksim Dayanışması’na sabaha karşı ansızın yapılan polis baskını ülke çapında yaygınlaşan tepkilere yol açtı, halk sokaklara çıktı, meydanlar dolup taştı.

Başbakan Erdoğan hükümeti iki yönlü bir sıkışma içindeydi. Bir yanda Kürtlerin silah yerine barışçı bir siyasal mücadeleyi tercih etmelerinin dayattığı demokratikleşme adımları, öte yanda ise hiç beklenmeyen bir zamanda ortaya çıkan, toplumun laik kesimlerinin özgürlükler temelinde dile getirdiği haklı itirazlar vardı.

Dönemin başbakanı Erdoğan bu noktada olayları yanlış okudu ve yükselen muhalefetin direnişini kendisine yönelik bir komplo olarak algıladı. Direnişin dış mihrakların oyunu, barış sürecini engellemeye yönelik planların eseri olduğunu söyledi. Bir günde dört miting yaparak kendi kitlesini  sahneye sürdü. Polis olaylara sert müdahale etti, bu yüzden bütün dünyadan tepkiler geldi.

Kürt siyası hareketi ise  Gezi direnişine mesafeli yaklaştılar. AKP hükümeti ile çekilme sürecinin siyasal kazanımlarını henüz elde edememişlerdi. Sınır dışına çekilmenin ve silahların susmasının yaratacağı olumlu havanın bozulmaması için  hükümetten gelecek destekleyici adımları bekliyorlardı; barışı bozacak bir çatışma ve gerginliğe tahammülleri yoktu. Ama bir yandan da Gezi olaylarının özgürlükler temelindeki taleplerine duyarsız kalmadıklarını açıkça ilan ediyorlardı.

SESSİZ İTTİFAK

Elbette Gezi’nin ülke çapında bakıldığında bileşenlerinin gösterdiği dağılımın farklılıkları kafalarda soru işaretleri yaratıyordu. Bu kaçınılmazdı; muhalefet herkesin kendi meşrebinden gelen ideolojik tasavvurlardan bağımsız olamazdı. Önemli olan bileşenler arasındaki sessiz ittifaktı. Bu anlaşma herkese birbirine tahammül etmeyi öğretmişti. Onun için farklı sloganlara rağmen birbirini ötekileştirmeden davranmak direnişin yayılmasını sağladı.

Bazı marjinal kesimlerin arasından çıkan taşkınlıklar vardı ama bu eylemlerin genel havasını bozacak güçte değildi. En önemlisi ulusalcı bileşenler askerî vesayeti hatırlatacak slogan veya söylemlerden kaçınıyorlardı. Gezi toplantıları dindar kesimden muhafazakârların da ilgisini çekti. Hatta ülkücü gençlerin bile.

Gezi olayları Taksim’de bir yeşil alanın halkın tercihlerine rağmen yok edilmesine karşı başlamıştı ama özünde AKP iktidarının özellikle son iki yılda artan özel hayata müdahalelerine karşı yükselen  bir tepkiydi. Erdoğan yönetimi ise bu tepkileri devlete karşı bir ayaklanma olarak gördü.

Yıllardır iktidara karşı biriken laik refleksler, siyasal geleneklerden bağımsız olarak hareket eden, özgürlüklerinden taviz vermeyen, özgüvenleri yüksek, düşüncelerini yeni sloganlarla ifade eden, mizahı çok iyi kullanan, sorgulayıcı gençler yaratmıştı. Eylemlere katılanlar herhangi bir siyasetin içinden gelmediklerinden geniş kitlelerin gözünde kolayca kahramanlaşmışlardı.

Bu nedenle arkalarından meydanları dolduran siyasi geleneklerden gelen farklı guruplar bu havayı bozacak olumsuzluklardan kaçınıyorlardı. Gezi olaylarından herkes yeni bir şeyler öğreniyordu.

YENİ BİR MUHALEFET

Polisle çatışma ve gerginliğe yol açan eylemlerin zaman içinde azalmasından sonra Gezi ruhu parklarda başlayan demokratik forumlarda yaşamaya devam etti. Daha sonra Ramazan ayının gelmesiyle antikapitalist Müslüman muhalefetin düzenlediği iftar yemeklerine dönüştü.

Bu sahneler Gezi olaylarının arkasındaki dayanışma ve kardeşlik ruhunun göstergesiydi. Hareketin arkasındaki biricik kuvvet buydu. Herkesin birbirini olduğu gibi

kabullendiği, hoşgörülü davrandığı, kimsenin ötekine üstünlük taslamadığı, akıl vermediği, konuşma özgürlüğünü kullanmayı teşvik eden bu kaynaşma yeni bir muhalefet tarzı olarak görüldü.

Bu hareketin siyasal anlamda inisiyatifi hiçbir bileşenin elinde değildi. Hareket öz denetimini, sloganlarını, iletişim biçimlerini, tepki tarzlarını kendisi yaratıyordu. Bunun için siyasetin dışında gibi gözüküyorlardı ama siyasetin yeni öznesi olmaya adaydılar. Geleneksel siyasi kesimlerden gelen bileşenler de bundan kendilerine dersler çıkartıyordu. Gezi barışçı eylemlerle sürdürülen müthiş bir deneyim alanıydı herkes için.

Yazımı uzatmak istemiyorum, kısaca demek istediğim şu:

İktidarın başında desteklediği “Barış Süreci” ne kadar siyasi mücadele biçimlerini uzlaşma yönünde dönüştürücü bir potansiyele sahipse, “Gezi Direnişi” de tarihsel bir simegeye dönüşen bir demokratik atılım oldu. İkisi de büyük engellemelerle yok edilmeye çalışıldı. Siyasi hayatımızdaki değişim çabalarına yapacağı katkıları zaman içinde daha iyi anlaşılacak bir adım olarak toplumsal hafızaya yerleşti.

HERŞEYE RAĞMEN...

Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum.  BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...