27 Haziran 2023 Salı

YAŞ YETMİŞ DERKEN...


İnsan ömrü çok kısa demeye başlamışsanız son kulvarı artık ağır adımlarla bitirmenin zamanı gelmiş demektir. "Henüz yolun başında sayılırız, daha yapacak çok işimiz var" diyorsanız moralinizi bozmak istemem ama, uzun yaşamanın güzel geçmesini sağlayacak başka formüller de bulmalısınız derim.

Yaşıtım sayılır bir arkadaşımla geçenlerde  yaşlılık hakkında  konuşurken bana ilk itirazı, "sakın o kelimeyi ağzına olma" demek oldu. Herkes gibi korkuyordu o da yaşlılıkla yüzleşmekten; işine odaklanmış  başarılı bir sanatçıydı, korkusunu gizleyecek çareyi sürekli çalışmakta, üretmekte bulmuştu.

Sonunda öleceğimizi bilmek ruhumuzun derinlerine aşılanmış  gizli bir kabullenmedir aslında. Bu bilgi farkında olmadan , hayata bağlanmamızı sağlayacak  davranışlara yöneltir bizi. Ölüm korkusu ile yüzleştiğiniz anda ise kendinize başka bir hayat tarzı seçmek için, geç kalmadan ne yapabilirim diye düşünmeye başlarsınız. Gidilmedik yerlere, hiç yaşanmamış maceralara, ertelenmiş keşiflere yönelmenin  tam zamanıdır. Başarabiliyorsanız yeniden doğmuş gibi sayarsınız kendinizi. Bu yüzden yaşlılık bir fırsatlar ülkesinde gezintidir aslında. Eğer sağlıklı  kalabilmişseniz verilmiş bu ikinci şansı sonuna kadar kullanmaktan vazgeçmeyin.

Büyüklerimiz "yaş yetmiş, işi bitmiş" derlerdi. Tıp bu kadar ileri değildi o zamanlar, insan ömrünü sağlıklı olarak tamamlamayı sağlayacak bilgilerden yoksunduk. Ama şimdi öyle mi? Ama asıl mesele ne kadar uzun yaşamakta değil, bize verilen dilimi nasıl kullandığımızda. İlerlemiş sayılacak  yaşın ne olduğu da kesin değil ayrıca- herkese göre değişir bu. Elbette ölüm gerçeği ile birlikte yaşamaya alışmak zor bir yetenek; hatta hayatta edineceğimiz en zor kazanım. Bunu başarabilmek için elbette temel ihtiyaçlarınızın yeteri kadar karşılandığı maddi imkanlar da gerekli ve sizi çevreleyen toplumsal hayatın sizi esir almayacak kötülüklerden, şiddetten, acılardan kurtulmuş olması önemli. Bunlar yok diyorsanız ve mücadeleden vazgeçmişseniz  zaten yaşlanmayı kabullenip ölüme yakınlaşmaya, bir çözüm olarak görüp kendinizi boşa çıkarmaya isteklisiniz demektir. Kendinizi böyle duygulardan uzak tutun bence.

Yaşlılık bencil olmamayı öğreten, hayatı eksiksiz bir  fırsata dönüştüren ayrıcalıklar dolu olabilecek bir dönem bence. İnsanca yaşamanın ilkelerini ruhumuza kazıyan, kusursuzluğu tarif eden başka sıfatlar aramanın, asıl huzuru sağlayacak fedakarlıkları öğrenmenin, başkaları için de yaşayarak hayatı anlamlandırmanın, geride iyi bir öykü bırakarak ayrılmaya hazırlanmanın bir fırsatı sayılmalı.  Hayatta geriden gelenlere iyi bir fırsat vererek yer açabiliyorsanız hayatı boşuna yaşamadım diyebilirsiniz.  Başarabiliyorsak bunu, mutlu olarak ayrılacaksınız bu dünyadan demektir. Asıl başarının  uzun yaşamakta değil bu dediklerimde saklı olduğunu biliyorum ve o yüzden  iyi ki yetmişli yaşlarımı gördüm diyorum sevgili dostlarım.


PARÇALI BULUT

(Karıma)


Yaşlanınca sonbahar renklerine 

dönüyor yüzün

Ve bütün hikayeni dinliyorum

yeniden 

Bir pencere açıyorum geçmişe 

Dayanabiliyorsak böyle başarıyoruz 

yaşamayı 

Her şey yerli yerinde

Neşeyi ekledik kedere 

Terk etmeyi de öğreniyoruz işte

Birlikte

10 Haziran 2023 Cumartesi

DEĞİŞİM Mİ DEDİNİZ?

 Mayıs seçimleri için milletvekili adayı olmaya talip kişiler arasından seçmeler nasıl yapıldı sorusu bence önemli. CHP bu günlerde değişimin önce parti içinde başlaması gerektiğini tartışıyor. Ya da bizler öyle olduğunu sanıyoruz. Bu konuda neler olacağını yakında öğreneceğiz. Ben yaşadığım kentin sorunlarına sahip çıkacak doğru adayların belirlenmesi için hakkım olan uyarıyı yapmak üzere bazı milletvekillerine aşağıda okuyacağınız mektubu göndermiştim. CHP  merkez yönetiminin yaptığı tercih farklı olduğunda üzülmüştüm. Seçimlerden sonra geldiğimiz noktada tartışılması gereken sorunun yaşanan aday belirleme sürecinde   bir kez daha ortaya çıktığını düşünüyorum. Yaşananlar aslinda bir sonuç. Yanlışlığın nereden başladığını açıklayan bir örnek.

 Bu, bir zihniyet ve siyaset yapma biçimi olarak değişimin ne kadar zor olduğunu da açıklıyor bize. Bu nedenle yazdığım mektubu bir kere daha hatırlatmak istedim.


Sayın Milletvekilim,

Size Kırklareli'nden sesleniyorum.

Yazacaklarımın hiç bir şahsi bağlanma ve beklentiyle ilgisi olmadığını düşünmenizi özellikle rica ederim.

Ben emekli olmuş, doğduğum yerlerin coğrafyasına, tarihine, kültürel varlıklarına duyduğum saygıyla elimden geldiğince araştırmalar yaparak yararlı olmaya çalışan sade bir insanım.

Biliyorum, benim yazacaklarım belki sizlere yadırgatıcı gelebilir. CHP gibi köklü siyasi gelenekleri olan bir partinin değerli yöneticilerisiniz. Elbette deneyimleriniz ve sorumluluklarınız nedeniyle en doğru kararı vereceğinizden kuşkum yok. Ben sadece kendi söz hakkımı kullanmak isterken, partinizin bu seçimlerde ve sonrasında  başarılı olmasını dilemekten başka bir amaç taşımıyorum.


Sayın Milletvekilim,

Tek arzum, ülkemizin çok kritik günlerden geçtiğini bilerek, yaşanan ciddi sorunlarımızı çok boyutlu ele alacak yeni bir siyaset yapma bilincinin artık yeşermesini görebilmektir. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun önderliğinde başlayan bu yenilenme süreci paritiye olan güveni çoğaltacağı gibi ülkemizin kaderini de belirleyecektir. Tek dileğim ülkenin zenginliği, bunun adilce paylaşılacağı bir refah düzeyine erişilmesi, devletimizin hukuk temelinde hak ve özgürlükleri kollayıcı  çağdaş bir görünüme kavuşmasıdır.


Sayın Milletvekilim,

Bu seçimlerin kaderi bir bakıma CHP ve diğer ilerici, demokrat, toplumcu, cumuriyetçi, Atatürk’ün öğrettiği ilkelere sadık siyaset kurumlarının başarılı olmasına bağlıdır. Bu nedenle artık bu inanca uyum sağlayacak, onu güçlendirecek, fikirleri ile besleyecek taze kanlara ihtiyaç vardır. Bunun önemini hiç şüphesiz benden daha iyi biliyorsunuz. Ben sadece, beni bağışlayın, söylemesem olmazdı diyerek, bir vatandaşlık borcumu yerine getirmek için düşüncelerimi göndermek istedim.


Sayın Milletvekilim, 


Kırklareli il olarak ekonomik ve sosyal alanda çok kritik bir dönemecin eşiğinde bulunuyor. Detayına girmek istemiyorum, ama il olarak bölge hayatını etkileyecek hızlı bir dönüşüm başlamış durumda. Bu sürecin doğru ilkelere dayanan ciddi bir planlama ile toplumcu ve doğa dostu anlayışla yaşanması gerekiyor. Bu nedenle yukarıda belirttiğim gibi bu aşamada ilimizi temsil edecek genç ve dinamik kadroların doğru belirlenmesi çok önem taşıyor. Temel kaygılarımdan biri de budur. 


İlim için sürdürülen  aday belirleme çalışmalarınızda sizlere başarılar diliyor, iyi haberlerinizi bekliyorum.


Saygılarımla

SEN UÇUŞU HATIRLA

 Benim yazamadığım şeyler yazdıklarımdan daha değerli olmuştur hep. Bunu bilerek, yazdığım şeyleri pek önemsemem, hep ileriye bakarım. Öğreneceklerimin bana katacaklarına. Bu gün ne düşündüğümün değil, ileriye sarılmış bir düşün peşinde sonsuz bir sarmalın büyüsüne bağlanırım. 

Eskide kalanları hepten dışlamak sayılmaz bu. Çünkü her insan geçmişi ile bir bütündür. Ondan beslenirken, hesaplaşır da. Eski yazılarımı bu gözle saklayıp arada bakarım. Eğer aynı yerdeysem bazen sevinir bazen kahırlanırım. 

İnsan değişim ile kalıcı olan şeyler arasına sıkışıp kalmış çaresiz bir varlıktır çoğu zaman. Ama bu acınılacak bir şey değildir. İnsan tek başına var oluşunu istediği bir kalıba sokamaz. Ama bun yaparken gösterdiği bir çaba var mıdır? Bence burası önemli. Düşerken de uçmasını bilmeli kuş. Füruğ Ferruhzad'ın şiiri aklimdan çıkmaz hiç:

Kuş ölür sen uçuşu hatırla.

12 Nisan 2023 Çarşamba

GEÇMİŞTEN GELECEĞE TRAKYA

Trakya'nın Osmanlı Devleti'nden beri önemi, coğrafi konumundan ileri geldi. İmparatorluğun genişleme sürecinin doğuya değil batıya doğru olması bu bölgenin toplumsal ve ekonomik geleceğini de belirledi.

Osmanlı büyürken bu topraklar hızla Türkleşti. Bu değişim bütün balkan coğrafyasında eskiden beri yerleşmiş toplumlarla ilişkilere yol açtı. Bu genişleme kültürel kaynaşma ile aynı anda imparatorluğu ayakta tutacak üretim şeklini ve askeri gücü de sağladı. Trakya’nın çok kültürlü ve etnisiteli hayatında kalıcı izler bıraktı. Yayılma ile gelişen birlikte yaşama becerisi bölgedeki inanç sistemlerine özgün bir karakter aşıladı.

Batıya yakınlık, değişim esintilerini de getirdi. Zayıflayan bir imparatorluk yıkılma sürecinde adım adım gerilerken batıdan gelen yeni düşünce akımlarının da etkisi altında kaldı. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda kaybedilmek üzere olan topraklarda düzeni koruma kaygısı fikir hayatına şekil verdi. Balkanlarda başlayan ilk yenilgiler toprak kayıpları ile sonuçlandı ve bu parçalanma Balkanlarda bağımsızlık rüzgarlarını daha da güçlendirdi. Buraya yerleşmiş Türk toplumunu acılı günler bekliyordu şimdi. Trakya trajik bir geriye çekilmenin acılarıyla doldu taştı.

Savaşların arkası kesilmiyordu. 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın başlangıcı, Osmanlı’nın yıkımını hızlandıran 1829, 1878, 1912 ve nihayet 1914 yıllarındaki savaşlarla geçti, binlerce genç insan kaybedilirken, binlerce çocuk öksüz kaldı. Trakya toprakları top mermileri ile dövülürken insanlar canlarını kurtarmak için Anadolu’ya kaçıyorlardı. Bu korkunç bir dönüş hikayesiydi.

Topraklar boşalmış, acının külleri Trakya'yı kuru bir bozkıra çevirmişti. Oysa Trakya’nın kaybedilmesi İstanbul’un esir edilmesi, imparatorluğun yıkımı demekti. Bu nedenle Trakya, boğazlar ile birlikte tarihte çok önemli, stratejik bir bölge sayılıyordu. Bu hem askeri olarak, hem de ekonomik olarak böyleydi.

Trakya, Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Anadolu’daki mücadelenin önemli bir ayağı oldu. Trakya’nın 1920’lerde Yunan işgaline uğramasından sonra yükselen direniş bu nedenle Ankara tarafından sürekli desteklendi. Cumhuriyet'ten sonra da Trakya’da başlayan mübadele sürecindeki yeni yerleşimler buradaki ekonominin canlandırılması ve askeri tahkimat açısından son derece yaşamsaldı. Trakya hem geniş ovaları ve su kaynakları ile hem de sınır bölgesindeki nüfus yapısıyla bu stratejik önemini hep koruya geldi. Osmanlı döneminde demir yolu ağının Kırklareli’ne kadar uzanmasıyla, yüzyıl sonra İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan TEM otoyolunun yapılması benzer gerekçelere dayanıyordu. Trakya bu coğrafi özellikleri ve insan kaynağı açısından taşıdığı değerleri nedeniyle tarih boyunca çok önemli bir bölge sayıldı.

Yakın geçmişe bakıldığında ne yazık ki bu özellikler sadece özel sektör ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirildi, ferdi zenginleşmenin kaynağı olarak kullanıldı. İstanbul çevresine sıkışıp kalan sanayileşme, Trakya ovalarına geçişi önce Tekirdağ çevresinde başladıktan sonra önlenemez hızlı bir ilerleme ile diğer illere yayıldı. Yol alt yapısını ve Avrupa’ya yakınlık avantajlarını da kullanarak Trakya toprakları bir çekim alanı haline geldi.

Bunda tarımsal kesimde başlayan topraktan kopma sürecinin sağladığı ucuz iş gücü fırsatı da etkili oldu. Köylerden kente başlayan göç, fabrikalar etrafında toplanmış kalabalık kentlerin sosyal dokusunu da hareketlendirdi. Buralarda çoğalan nüfusun yarattığı talep, yeni tüketim ihtiyaçlarıyla birlikte ticari ilişkileri de çeşitlendirmiş, büyüyen şehirleşmeyle beraber inşaat sektöründeki yatırımları hızlandırmıştı.

Bütün bu süreç, çevresel kirliliği, şehirlerin plansız büyümesini, çarpık bir kentleşmeyi getirirken tarım yapılan topraklarda emeğin yoksullaşması, üretimin azalması ile sonuçlandı.

Sonuçta, Trakya’nın geleceğini tehdit eden bu eksen değişikliği, tarımı ikinci plana itecek kadar tehdit edici bir potansiyele sahip oldu.

Devlet Planlama Teşkilatının kapatılmasıyla yaratılan boşluğu Kalkınma Ajansları doldurmuş, siyasi iradeden bağımsız çalışan bir planlama anlayışı yok edilmişti. Trakya toprakları şimdi tamamen özel sektörün ihtiyaçlarına göre, toplumsal ve çevresel fayda göz ardı edilerek paylaşıma açılmıştı.

Bu kamu çıkarlarına ters gelen el değiştirme süreci bizi nereye taşıyacaktır, bence bu soru şimdi en önemli konudur.

Şimdi sıra Edirne, Kırklareli, Babaeski, Pınarhisar gibi kirlenmenin başında olan kentleri “yok etmeye” geldi. İstanbul depreminin korkusundan Trakya’ya başlayan göç akını, buradaki mevcut yaşamı bir süredir tehdit etmekte olan kirlilik etkenlerini hızlandırmakta. Bölgede nüfus artışı ile birlikte genişleyen pazar ve yeni işgücü kaynakları ile İstanbul'a alternatif alan olarak seçilen yeşil Trakya toprakları şimdi özel sektörün fırsatçılığına karşı korumasız durumda.

Buraya koşa koşa gelenlere şunu hatırlatmak gerekiyor: Trakya toprakları en az deprem kadar tehlikeli çevresel felaketlere gebedir. Ergene, Meriç nehirleri ve daha birçok derede zehir akıyor. Hava kirliliği rekor seviyede. Susuzluk tehlikesi giderek artıyor. Trakya Bölgesi’ndeki su havzalarında radyoaktif kirliliğin normalin 4 katı fazla olduğu söyleniyor. Bu da bölgede yaşayanların kansere yakalanma riskini arttırıyor.

Trakya hızlı bir büyümeye hazır mı? Daha doğrusu hızlı bir göç salgını bu topraklardaki hayatı tamamen bitirme tehlikesini barındırmıyor mu?

Şimdi Trakya’da bu tehditin başından beri farkında olup, yıllardan beri mücadele veren, uyarılar yapan kişileri, sivil toplum örgütlerini, çevreci platformları dinleme zamanı.

Günü birlik bireyci fırsatların peşinden koşmak yerine, geleceğimizin güvencesini sağlayacak politikalara, ilkelere öncelik verilmeli. Bu topraklarda gerçekten mutlu ve huzurlu bir gelecek kurup yaşamak istiyorsak, yaşanılmış örneklerden ders çıkartılıp  bunun güvencesini sağlayacak kamucu çözümlerde ve  ortak fikirlerde buluşulmalı.

 

 

YETER ARTIK!

 

Sonuna yaklaştık galiba. Çocuksu bir sevinçle bağırmak geçiyor içimden.

Evet, evet, evet...

Nasıl olmasın ki? 

Daha hangi, bu kadarı da olmaz detirtecek şeyler yaşansın. Sindirmek, katlanmak daha nasıl olur ki. 

Çaresiz kaldığında  içinde gedikler açan isyan fırtınaları daha ne kadar eser ki. Daha ne olsun ki, bu kadar yeter diye bağırmaya başlaman için.

Bütün bunları kötü bir kader gibi görmeye  alışmak, daha ne kadar sürsün ki. Üstelik üzerinde tepine tepine,  biri biter, ötekisi başlarken.

Sonuna yaklaştık diyeceksin elbette, rahata, huzura ermen için vakit tamam. Bunu hak etmedik mi?

Baksanıza, karşımızdaki nasıl eğilip, bükülüp,  binbir kılığa giriyor son defa. Yaptıklarını gördükçe kaybettiğimiz zamana acımak geçiyor içinizden, değil mi? Vah ki ne vah.

Demek bu kadar zor olacakmış çareyi bulmak.

Demek bu kadar çok ölecekmişiz  dirilmek için.

Demek bu kadar çok acılar çekecekmişiz anlamak için.

Hep böyle olmamış mı?

Hayatın bir yarısı öte yarısının yarası kapansın diye  geçmemiş mi hep?

Dedelerimizin dedeleri, ninelerimizin nineleri... Yaraları böyle kabuk bağlamamış mı?

YENİ ZAMANIN ARMAĞANI

 


14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin kritik bir tercih olacağını söyleyip duruyoruz. Halkın yoksulluk, pahalılık, eşitsizlikten yıldığı ağır yaşam koşullarında, isyanını içine gömerek bir kurtuluş ışığı olarak gördüğü bu seçimlerin başka bir önemi daha var. 

Eğer iktidar yarattığı illüzyonlarla akıllarını ve duygularını çeldiği yoksul  kitleleri yine bu seçimlerde yanında tutabilirse(ki bu pekala mümkün) ülke başka bir karanlık çıkmaza daha sürüklenmiş olacak: demokrasiye inanma bilinci yıkılacak!

Böyle olursa; yokluğundan zarar gördüğümüz, şikayet ettiğimiz, tek çözüm olarak sarıldığımız demokrasinin yerini umutların tamamen yıkıldığı, karamsarlığın dibe vurduğu, siyasi partilere güvenin büyük yara aldığı, mücadele ruhunun yerini yılgınlığa bıraktığı bir  ikinci yüzyıl başlayacak cumhuriyet tarihimizde.

En önemlisi, demokrasinin kurtarıcı tek yol olduğu  inancı büyük zarar görecek böyle bir yenilgi sonrasında. 

Bu durum, iktidar kanadının  demokrasi dışı  yöntemlere daha sık başvuracağı, kitleler gözünde itibarını korumak için vaat ettiği değişimlere daha güçlü sarılacağı anlamına gelir.

 Demokrasiye inancın kaybolduğu, herkesin kendi kabuğuna çekildiği, istemese de olanlara tepkisiz kaldığı böyle bir ortamda cumhuriyetimizin nerelere savrulacağını düşünmek bile istemiyor insan.

Bu farazi karanlık tabloyu, can sıkıcı olduğunu bile bile niye hatırlatıyorum? 

Önümüzdeki seçimlerde bütün  muhalif siyasetin birleştiği stratejik çerçeveyi  vurgulamak istiyorum bir kere daha.

Birleşerek hareket etmenin, demokrasiyi çoğaltarak, sahiplenerek  ülkeyi yeni bir düzlüğe çıkarmasını herkes gibi büyük bir umutla bekliyorum.

Bu nedenle milletvekili adayların netleşeceği önümüzdeki günlerde bizi bekleyen ağır sorumluluğun önemini düşünerek, toplumsal faydayı önceleyen tercihlerle hareket etmemiz gerekiyor.

Seçimler, yaşanan baharı yeni bir coşkuya dönüştürmeli, ülkeye zindelik, akılcı bir yol ve kararlılık kazandırmalı.

Bizler, 68'li ihtiyar kuşak olarak çok şeyler özledik, yapamadık, engellendik, daha doğrusu beceremedik. 

Ama ideallerimizde haklıydık. 

Şimdi o  fikir ve  heyecan serpintilerinden de yararlanıp yeniden doğacak bir toparlanma ve kavrayışla, yeni bir Türkiye'yi yaratma zamanı. 

İkinci Yüzyılın bizim yorgun yüreklerimize iyi gelecek en güzel armağanı bu olacak. Çekilen çileler, yorgunluklar beklediğimize değdi diyeceğiz sonunda.


(Demokrat Haber, 7.4.2023 tarihli yazım)

12 Mart 2023 Pazar

İSMET ULU SOLAK


Bir süredir Alzheimer hastalığı nedeniyle sevinerek yerleştiği  Kırklareli’nde eve bağlı bir hayat sürdürüyordu. Uzun yıllar diyabetli çocuklar için mücadele eden, kendisi de diyabet hastası olan biricik kızı Öykü’sünü yedi yıl önce kaybetmişti. Kızılcıkdere kabristanında yatan kızının yanına gömülmeyi istemiş olmalıydı. Belki uzun yıllar sonra Kırklareli'ne dönüşünde ona yakın olabilme isteği  vardı.  Ölüm haberini hemen hemen bütün haber kanalları duyurdu. Sevilen, geniş bir gazeteci çevresi olan mesleğinin, duayeni sayılan bir insandı. Gazetecilik  hayatında altına imza attığı ilginç haber ve yorumları kadar  1980 öncesinde genel müdür olarak çalıştığı Trakya Yağlı Tohumlar Kooperatifi’nde  gazetecilik dışında da başarılı işler yapabileceğini kanıtlamıştı. Bu yıllarda ülkede baş gösteren ve mevcut hükumeti yıpratmaya yönelik engellemelerle tırmanan yağ sıkıntısı sırasında aldığı radikal tedbirlerle bu sorunun aşılmasına önemli katkılarda bulunmuştu. Yağlı Tohum tarım politikalarının  üretime yönelik tedbirler ve teşviklerle belirlenmesi için ısrarla konun takipçisi olmuş, Tekirdağ Şerefli Çiftliği mevkiinde  bulunan Trakya Birlik  Yağ Fabrikasının( Biryağ)  üretim tesisleri için ilk adımlar onun zamanında atılmış, yine Karacabey'de 1976 yılında Trakya Birlik tarafından satın alınan entegre bir tesis olan Karacabey Yağ Fabrikası da 1977-78 yılında üretime başlamıştı. Ayrıca Birliğe  bağlı olan yeni kooperatif şubelerinin açılması da onun zamanında gerçekleşmiş, ayçiçeği üreticisinin desteklenmesi için örgütsel genişlemeye öncelik verilmiştir. 1980 askeri darbesi önce yaşanan siyasi gerilimler Trakya Birlik çalışanlarını sendikal örgütlenmede yeni adımlar atarak DİSK'e bağlı BankSen çatısı altında toplanmaya zorlamıştı. Genel Müdür İsmet Solak, çalışanların iş güvencelerini sağlayan bu girişimleri destekleyerek istekleri büyük ölçüde karşılayan bir toplu sözleşmeye imza atmıştı. Hükümet değişikliği ile görevden alınan İsmet Solak'tan sonra yeni yönetim, işten çıkartma koşullarını ağırlaştıran sözleşme nedeniyle istediği değişiklikleri gerçekleştiremeyecekti.

21 Ocak günü Kızılcıkdere köyünde onu toprağa vermek üzere  toplananlar, ülkesinin  insanlarına, doğduğu topraklara bağlılığını, hayranlığını hiç unutmamış heyecan dolu, çalışkan, cefakar çocuğuna son görevlerini yaparken aynı zamanda onunla helalleşmişlerdir.

Kendisiyle hayatının Edirne dönemi öncesi aile büyüklerimizin yakınlığı nedeniyle tanıştığım sevgili İsmet Abim hakkında bir şeyler yazmayı işte bu yüzden bir görev saydım. En son birlikte olduğumuz Niyazi Akıncıoğlu'nu anma etkinliğinde onu konuşmacı olarak davet etmemizden dolayı çok mutlu olmuştu. Sanırım son zamanlarda yaşadığı sağlık sorunları henüz baş göstermemişti. Oldukça iyi görünüyordu. Kırklarelili bir topluluk karşısında yıllar sonra yaptığı bir konuşma vesilesiyle onu aralarında gören  birçok hemşehrisini de sanırım sevindirmişti.  Bu etkinlikten sonra ayrı kentlerde yaşamaya devam etsek de onunla yıllar önce Edirne'de başlayan  ayrılığımızı telefi edercesine daha sık aramaya, sormaya başlamıştım. Birlikte yaptığımız Ankara yolculukları, beraber yürütüğümüz ülke çapında gerçekleşen yağ  dağıtımları, ayçiçek yağı taban fiyatı çalışmaları, sendikacı olarak bazen tartışarak geçirdiğimiz günlerin güzel anıları,  sözleşme öncesi gece yarılarına kadar süren uzun toplantıların tatlı heyecanları...Bunlar kolay unutulacak şeyler değildi...Öncesi de vardı.  Ama onlardan bahsetmeden önce İsmet Solak'ın öyküsünü anlatmak istiyorum size.

***

Bu öyküyü anlatmak için yaşadığı topraklarda 93 Harbi diye bilinen 1877-78 dönemine gitmek lazım. Osmanlı- Rus Savaşı Balkan topraklarında yaşayan Türkler için büyük acıların başladığı, saldırılar, baskılarla dolu geçen zor yıllardır.  Savaşın kargaşasından kaçarak Trakya ve Anadolu topraklarına sığınanlar arasında Solak ailesinin  bağlı olduğu Türk boyu da vardır. Sultan Abdülhamit göç eden Oğuzların Kayı Boyundan Karaabalılar koluna Kırklareli'nde  Beylik Koru diye bilinen  bölgeyi tahsis eder. Bu kolun önde gelenlerinden birisi de İsmet Solak'ın dedesi Ahmet Vehbi Baba'dır. Ahmet Vehbi Baba Trakya Paşaeli Cemiyeti kurucularındandır. İsmet Solak ailesinden bahsederken, "Baba tarafım Rumeli’nin geniş yöresinde yaygın olan Bektaşi tarikatından, anne tarafım da koyu dindar bir aileden gelmiş ama biz barış elçisi bir aileyiz. Atatürk İlke ve devrimlerine sıkı sıkya bağlı, laikliği özümlemiş, hoş görülü bir aileden geliyorum." der.

Ahmet Ağa’nın üç oğlu vardır. Ortanca oğlu Enver Solak,  Palabıyık Molla Mehmet’in büyük kızı Ayşe ile evlendirilir. Gazeteci İsmet Solak bu çiftin ikinci çocuğu olarak 20 Ağustos 1943 de, Kırklareli’nin Kızılcıkdere köyünde dünyaya gelir. Dedesi, Ahmet Yesevi'nin el verdiği pirlerden Ulu Pir'in adını verir ona. Göbek adı ise Ali'dir. İkinci Dünya savaşı yıllarıdır. Dedesi, Milli Mücadele döneminden tanıdığı İsmet İnünü'ye köyün içinden geçerken ‘gel de askerinin oğlunu gör’ diyerek   evine davet eder. İsmet İnönü adını duyunca "buna bir de İsmet'i ilave et" der. Nüfus kağıdı çıkarılırken adı İsmet Ulu Solak olur.

Okumayı  daha okula gitmeden öğrenir, hatta ilkokulda bir sınıf atlar.  Bu sırada şiir de yazmaya başlamıştır ve yazdıkları köyde çok beğenilir. Dördüncü sınıfa giderken Kırklereli'ne taşınan amcasının yanında okumak üzere köyden ayrılır. Fakat köydeki çalışkan çocuk yeni bir çevreye ayak uydurmakta zorluk çeker ve o yıl sınıfta kalır. Bu sırada kekeme de olmuştur. Bunun üzerine aile apar topar köyden şehre taşınmak zorunda kalır. İsmet Solak da başarılı bir öğrenci olarak okulunu bitirir. 1959 yılında da Kuleli Askeri Lisesine girer. Yazdığı kompozisyon ödeviyle edebiyat öğretmeninin gözüne girer, ama hala kekemedir. Öğretmeni Fuat Çağatay denizden topladığı taşları yıkayıp, yanaklarının iki tarafına koyar, haftalarca öğrencisini çalıştırır. Sonunda genç Kuleli kekemelikten hocasının yardımlarıyla kurtulur. Lise ikinci sınıfta Çamlıca Kız Lisesi ile birlikte sahneye koydukları ‘Duvarların Ötesi’ adlı oyunda da baş roldedir.  Faruk Çağlayan edebiyata düşkün öğrencisinin Dünya Klasiklerini okumasını sağlar, hatta tiyatro, opera, bale gibi gösterilerden kendisine gelen davetiyeleri  ona da verir.  Öğretmeninin teşvikiyle  İstanbul Liseleri Edebiyat Kolu Yönetimi grubuna katılan İsmet Solak burada Saint-Joseph’den Ümit Gürtuna ve Pertevniyal Lisesinden gelen Toktamış Ateş’le tanışır.

Harbiye öğrencisi olmak üzere yapılan yemin töreninde alay komutanı edebiyata olan merakını öğrenince yemin konuşması görevini ona verir. Konuşmasını ağabeyi Adem Solak ve o zamanlar hala yasaklı olan Nazım Hikmet'in şiirleri ile süsleyerek yapar ve büyük alkış alır. Fakat öğrencisi olmaktan gurur duyduğu Harbiye'den mezun olamayacaktır. Darbecilerin önderliğini yapan Talat Aydemir arkadaşları ile birlikte 22 Şubat 1962 yılında İsmet İnönü yönetimi tarafından engellenen darbe girişiminden sonra yargılanırlar, ama  sadadece emekliye ayrılırlar. Ancak Talat Aydemir Anayasa'da öngörülen reformların yapılmadığı gerekçesiyle  ikinci bir darbe girişiminde bulununca Kara Harp Okulu öğrencileri de onun arkasında yürüyerek darbeye katılırlar. İşte bu öğrencilerin arasında İsmet Solak da vardır. Toplam 1459 öğrenci, Disiplin Kurulu kararıyla okuldan ihraç edilir. Mahkeme 1963 Eylül ayı başında yargılanan öğrenciler için Üniversite Giriş Sınavı açar. Bu sınavlara giren Solak İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nü kazanır. Artık hayatında yeni bir sayfa açılmıştır.

Bu okulda Burfan Felek, Abdi İpekçi, Ecvet Güresin gibi ünlü gazeteci hocaların öğrencisidir. Abdi İpekçinin yardımıyla önce Milliyet Gazetesi'nde çalışmaya başlar, daha sonra Akşam Gazetesi'ne girer. 1966 yılında Erzurum Kandilli'de yedek subaylığını yaparken kazandığı sınavdan sonra Erzurum Radyosu'nda spiker olarak çalışmaya başlar. Buradaki 3 yıl süren görevinden sonra İstanbul'daki Yeni İstanbul Gazetesi'ne girer. 12 Mart Muhtırası verildiğinde tutuklanacaklar listesinde adının da olduğunu öğrenince patronu Kemal Uzan'nın desteği ile yurt dışına çıkar. İsviçre'nin Locarno kentinde bir süre oto boyacılığı yapar. Daha sonra bir temizlik firmasında çalışır. Eşi Fatma Solak da öğretmenlikten ayrılmıştır, onunla birliktedir. Ancak aile parçalanmıştır, oğulları pasaport alamadıkları için yanlarında değildir. Türkiye'ye 1973 yılında dönerler. Ankara'daki eski dost gazeteci Teoman Erel'in yardımıyla ANKA ajansa girer. Burada Uluç Gürkan, Eşref Erdem, Nuri Çolakoğlu, Erdal Çetin, Gül Önet, Uğur Mumcu, Müşerref Hekimoğlu gibi kişilerle birlikte bir dönem çalışır. 1977 yılında Edirne'de Yağlı Tohumlar Genel Müdürü olur. CHP hükümeti düşünce yeniden gazetecilik mesleğine dönen Solak artık 1981 Hürriyet Gazetesi Ankara Bürosunda çalışıyordur.  Burada parlamento Büro Şefliği, köşe yazarlığı ve Büro Temsilci Yardımcılığı görevlerinde bulunur. 2004 yılında emekli olduktan sonra da çeşitli gazetelerde yazarlık yapmaya devam eden Solak yazarlığı bırakıncaya kadar Ankara'daki 24 Saat Gazetesi'nde  köşe yazılarına devam eder.

***

Kırklareli'ne yerleştikten sonra yazları Burhaniye Ören'deki evine giden İsmet Solak, genç yaşlarda yitirdiği biricik Öykü'sünün hasretiyle acılı ve sıkıntılı günler geçirmişti. Yakın zamana kadar kendisiyle belirli aralıklarla telefonla arayarak yaptığımız sohbetleri anılarımda saklayacağım. Hatırası önünde saygıyla eğilirken, başta Ailesi olmak üzere hepimizin başı sağ olsun diyorum.


Fotoğraf: 

1-Uğur Mucu, Altan Öymen ve İsmet Solak ANKA ajansta.

2-Zekeriya Sertel’in ANKA ziyareti sırasında. 1970’li yıllar. Soldan sağa, Mehmet Açıktan, Murat Demiray, Uğur Mumcu, Süleyman Coşkun, Altan Öymen, Aziz Nesin, Ahmet Tan, Zekai Durmuş, İsmet Solak, Teoman Erel, Koray Düzgören ve önde oturan Zekeriya Sertel.


24 Şubat 2023 Cuma

DEĞİŞİM ŞART

 

Eğer 2017 anayasa referandumu ile    Cumhurbaşkanlığı sisteminine geçilmeseydi, genel seçimler öncesi bu gün olduğu gibi bir millet ittifakı olur muydu, sanmıyorum. Sistem büyük olasılıkla yine başta ekonomik yıkım olmak üzere başarısız bir yönetim  nedeniyle yıpranmış olsa da, bu gün olduğu gibi  tek adama yönelik birleşik bir cephe oluşmayacak, partiler arası dayanışmanın tek hedef noktası Cumhurbaşkanı olmayacaktı. Onun yerine belki daha sağlıklı işleyecek bir partiler arası rekabet ile karşılaşacak, yaşadığımız sıkıntıların bir sistem ve anlayış meselesi olduğu bu nedenle daha açık tartışılır hale gelecekti.

Bu gün ise  iktidara yönelik birliktelik bence asıl sorunları öteleyerek önceliği zorunlu olarak tek adam rejiminden kurtulmaya  vermiştir. Bu son derece kaçınılmaz ve doğru bir tercih olsa da kendi içinde bazı sorunları  da besliyor.

Sorun sadece tek adam rejiminden kurtulmak olmasaydı krizden çıkışı  sağlayacak çözümlerin yapısal karakteri daha net açıklanır olacak, sorunun tarafları arasındaki farklılıklar daha iyi anlaşılacaktı.

Bu gün hala muhalefetin cumhurbaşkanı kim olacak tartışmasına saplandık kaldık. Hatta öyle ki, bu konu ittifakın dağılmasına neden olacak   riskleri bile barındırıyor artık. Çünkü asıl sorunlar tartışılamadığı için iktidar kanadı ittifakı parçalayacak mekanizmaları kullanarak karşısındaki birlikteliği bozacak  hamlelere  başvuruyor.  Bu ise siyasi rekabet uğruna toplumda derinleşen bir parçalanmaya yol açıyor. Son HDP tartışmasında yaşananlar   bunun son örneği. Millet ittifakını bozmak için yasal hakların çiğnenmesi, bunun bir düşmanlaştırma politikasına kadar uzaması toplumsal barışı bozarak  siyasi avantaj elde etmeye yarıyor. Diğer yandan Ana Muhalefet partisinde oylar beklenildiği gibi artmıyor bir türlü. Bu bir güvensizliğin işareti sayılarak altılı masanın hangi adayda karar kılacağı bir türlü netlik kazanmıyor. Çünkü kimse yanlış ata oynamak istemiyor. Kaybedecek olan sadece Türkiye değil aynı zamanda iktidarın yanında durmayan her partiyi hangi siyasi tarafta olsun, bekleyen bir ortak tehdit var. Kimse seçimi kaybedecek bir cumhurbaşkanı adayı üzerinden risk almak istemiyor. Bu durum muhalefetin davranışlarına, tercihlerine de yansıyor. Sistemin çıkmaza saplanıp kalması siyasi çözümün öznesi olarak partiler arası işbirliğini etkiliyor, çözüm için karar verme süreçlerini zorluyor.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın Yunanistan tehditleri ise  iç politikaya yönelik hesapların bir ürünü. Bunu herkes böyle anlıyor zaten. Adaların silahlandırılması, S300 füzeleri  falan, desteği azalan iktidarın oyları toparlaması için iyi bir fırsat. Bu arada bir NATO üyesine savaş tehditi yöneltmek, ortak kin ve düşmanlığı besleyerek muhalefete bile söz bırakmayan pes dedirtecek türde bir meydan okuma örneği.

Arkasında siyaset üstü kümelenmeyi yaratacak bu politikalar aslında Suriye sınırında da yıllardır denendi ve sonuç verdi. Şimdi oyun daha komplike işliyor. Yıllardır savunma sistemlerimizi birlikte kurduğumuz askeri işbirliği yaptığımız bir örgütlenmeye meydan okuyan bu çıkış  neyi amaçlıyor? Rusya'nın Batı bokuyla didiştiği bir savaş döneminde NATO içindeki bu yarılma kimin hoşuna gidiyor? Enflasyon ile boğuşan iktidarın Rusya'dan gelecek katkılarla bu kışı daha az zararla atlatma umudu şimdi böylesine keskin dönüşleri göze almayı gerektiriyor. Böyle bir dönemde Rusya'nın yanında olmak, öte yandan Esad ile yapılacak pazarlıklar sırasında  sınır ötesi harekâtlarda gelinen tıkanmaları aşmak için kullanışlı bir yöntem olsa gerek. En azından denemeye değer.

İçerde artan yasaklar, düşmanlaştırma, dini propaganda, çocukları bile dini argümanlarla siyasete  alet etme gibi yöntemleri de düşündüğümüzde hedef belli değil mi?

Muhalefet kanadında bu hazırlıklara karşı ne yapılıyor derseniz, onun cevabını da anketler veriyor. Muhalefet dün de dediğim gibi Başkanlık esas olarak rejiminin sonlandırılmasına odaklanmış gözüküyor ama seçimlerden sonra yine aynı  sistemle yola devam edilecek büyük ihtimalle.

Başkanı değiştirmek elbette Türkiye’ye bir nefes aldıracak ama toplumsal faydalar yönelik siyaset üretmeye, adımlar atmaya yetecek mi bu, şüpheli. Yeni bir kaosa sürüklenmek, gücünü yeni ittifaklarla tazelemiş  muhafazakar bir  ittifak sürpriz sayılmamalı.

Tabii burada asıl zorluk toplumun yaşadığı sınıfsal eşitsizliğe rağmen ezilen sınıfların buna karşı toplumsal bir muhalefet yapamamasıdır. Yıllarca sınıf temelli siyaseti susturan sandık demokrasisini savunan ortak devlet aklı bu sonucun asıl sorumlusudur. 

Ülkeyi bu belirsizlikten kurtaracak kitlesel desteği arkasına alan güçlü bir siyasi dönüşüm rüzgarı ise henüz ortada gözükmüyor. Bu eksiklik siyasi tarihte aksak bir demokrasiyle  dayatılmış  tek kanatlı çözüm geleneğinin bir sonucu sayılabilir.

İşin ironik tarafı, 200 yıl geriden başladığımız demokrasi maceramızın bir türlü toplumsal temelli bir geleneğe sahip olmamasıdır. Zamanında  layıkıyla yaşamadığımız tarihsel bir dönüşüm deneyimin hafızasına sarılarak yaptığımız analizlerin ve aradığımız çözümlerin bile ömrü tamamlandı. Şimdi dünyada yeni bir tarih yaşanıyor ve bizim yine  treni kaçırmadan değişim için arayış ve çabaya ihtiyacımız var. 

 

 

 

 

14 Şubat 2023 Salı

DEPREMDEN SONRA

Yaşanan yıkımın onarılması yeni bir devlet organizasyonu ile yürütülecek çok yönlü duyarlılık, kavrayış ve planlı çalışmalar  ile mümkün. Yok olan şehir ve köylerdeki insanlarının temel ihtiyaçlarını giderirken, sosyal dokularını kollayacak, yaşam bağlarına saygılı, kültürel hafızayı yaşatacak tarzda yardım edilmesi gerekli. Hepsinin ayrı ayrı ekonomik var oluş biçimleri, sosyal ilşkileri, duygusal bağları var. Bunları yeniden oluşturmak kolay değilse de zorunlu bir çaba gerektiriyor. Şimdilik kurulan çadır, konyeynır, geçici konaklama, dışarıdan gönderilen gıda, yiyecek vs ile çözülecek sorunlar değil bunlar. Yaşamı her yönüyle kucaklayacak topyekün bir  inşa süreci başlamalı.

Bunun uzun bir zamana sarkacağı da şimdiden belli. Öte yandan bu bölge için yapılacak girişimlere destek verip, her türlü kaynağı sağlayacak ülkenin geri kalan kesimi için de hayat daha zor şartlarda devam ediyor. Onların da etkileneceği sonunda buraya entegre olacakları bir hayatları var, öyleyse ülke bir bütün olarak böyle bir onarım seferberliği  içinde olacak.

Şimdi meseleye böyle bakarsak, önümüzde hayata geçirilecek ciddi bir siyasi duruşun, tercihin son derece yaşamsal önemi var.  Seçimler zamanında yapılmalı derken bu kaçınılmaz adımı anlamak lazım.

İktidardakiler, bazı teknik gerekçelere sığınıp, artık kaçınılmaz hale gelen siyasi dönüşümün önünü kapatmak isteyecektir  büyük ihtimalle. Bekleyen görevleri yerine getirememe korkusu ve talaşı ile yaşanacak büyük yenilgiyi geciktirmeye çalışacaktır. Hatta bunun için anayasayı bile görmemezlikten gelebilirler ki bu bir darbe  sayılır. Bu nedenle toplumun bilinçli olması gerekli. Muhalefetin halkın desteğini de alarak değişimi geciktirmeye yeltenen seçimi erteleme oyunlarına dur demesi, geri adım atmaması son derece önemli.

8 Şubat 2023 Çarşamba

"OKÇUNUN YOLU"


 

İnsan doğduğu günden beri böğürüne saplanmış bir okla yaşar. Yaralanmıştır  ama farkında değildir bunun. Görülmesin diye ok kırılmış, ucu böğüründe saplı kalmıştır. 

İnsan acısını duymadığı bu okla yaşar yıllarca. Ama okla bir süre sonra yüzleşir ve bir gün bu okun kendisini zehirleyip öldüreceğini öğrenir. 

Önceleri korkmaz. Hayalinde içindeki  saklı oku böğüründen çıkartıp hedefini vurmaya çalışır. 

Sonra hayallerine ulaşmak için  eğitimden geçer. Gerçek bir oku kullanmayı öğrenir, hatta kitaplar  okuyarak ustalığını ilerletir.

Bir ömrü okuyla birlikte hayalindeki hedeflerin peşinde  koşarak geçirir. Sonra yaşlanıp, yorulur. Yeter der, biraz dinlenmeliyim. İşte o an aklına böğründeki ok gelir. Okun saplandığı yerdeki acıyı hisseder birden. Nefesi kesilir. Bunu düşündükçe her gün acı  artar. Ok çok derinlere işlemiştir. Bulunduğu yerden çıkartılması da imkansızdır. Onunla yaşadığını bilmeden yıllar geçinceye kadar  unuttuğu acı şimdi onu huzursuz etmekte, yaşarken duyduğu tatların önüne geçmektedir... 

Bu acıdan kurtulmanın bir yolunu aramaya başlar. Çocukluk günleri aklına gelir, oyuncak okuyla nasıl oyunlar kurduğunu hatırlar. Ama gerçek bir oku taşıyarak yeniden yürümeye cesareti, gücü yoktur artık. Bir kaç deneme yapsa da hemen yorulur, vazgeçer...

Şimdi  okun acısına da alışmanın bir yolunu bulmak üzere  sadece kendisinin bildiği gizli bir yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculukta yeni hedefleri için oka da ihtiyacı kalmamıştır.  Bütün yüklerinden kurtulmuş, hiç bir okun ulaşamayacağı bir menzilde keşfettiği derin bir huzura kavuşmuştur...

BAŞLAMA ÇİZGİSİ

Herkes, ben ne yapabilirim, nasıl bir faydam olur başkalarına, derdinde. Bu biraz rahatlatıyor bizi belki. O kadar gerilmiş haldeyiz ki günlerdir. Soğuk ve kar İstanbul'u üç gündür esir aldı.

Ama deprem bölgesinde enkaz altındakileri düşünüyorsunuz birden, kaçı dayanabildi bu ağır şartlara hayattalarsa eğer. Depremin alamadığı canları şimdi de ihmal ve beceriksizliğin aldığını görmek çıldırtıyor sizi.


Bu yük hepimize çok ağır geliyor. Orada hayatta kalanlara da, bizler gibi sıcak evlerinden uzakta olup bitenleri korkuyla, acıyla izleyenlere de.

Şimdi düşünmek için acının biraz daha işlemesi gerek derinlere. Ama geç kalmadan hatta şimdiden bu olanlara neyin sebep olduğunu, neyin yanlış başlayıp gittiğini, buraya gelirken nasıl hatalar yapıldığını anlatmak lazım herkese. Yoksa gözyaşı dökmek, yardım etmek yeterli değil ki. Sorumluluk burada başlamalı asıl.

Bu sabah Kılıçdaroğlu'nun dediği çok doğru. Siyaseten birileri suçluysa bunun hesabı sorulmalı. Hiç bir şey de siyasetin üstünde veya dışında değil. Hataların doldurduğu enkaz bu siyasi tercihlerin belirleyeceği doğrular, sorumluluklarla  kalkar ancak.

Bunu yapacak cesareti de şu anda yaşadığımız insani kenetlenmenin sıcaklığı öğretecek bize. İçimizi soğutan ayrımcılık, düşmanlık, ötekileştirme zehrinden böyle arındırabiliriz kendimizi. Şimdi kenetlenme zamanı. Bütün sorunları çözmek için gereken başlama çizgisindeyiz artık.

17 Ocak 2023 Salı

BİR GÜN VE ÖTESİ

 


Sıkıldığım anlarda kendimi dışarıya atmışsam gideceğim yerlerin başında Kadıköy gelir. Niye severim Kadıköy'ü? Kadıköy gibi yerler çok azaldı demek geliyor aklıma önce. Aslında her kentin değişen yüzleri kadar içinde hala ayakta kalmayı başarabilmiş mekan ve bölgeleri olmalıdır, ki o yeri  yaşantımızdan koparmayan asıl bağlar bunlardır. Kentin yenilenemiş modern hali kadar eskimiyen hafızası da önemlidir çünkü. Ama bunu anlatmak değil niyetim şimdi. Kadıköy'e gittim ama, beklediğin ya da umduğun rahatlamayı yaşayabildin mi diye sorarsanız cevabım koca bir hayır!  Kadıköy bozuldu mu diye merak ediyorsanız, hayal kırıklığının sebebi bu değil, hayır; eski kadıköy maşallah yerinde duruyor, hatta yürürken dengenizi bozan eğri büğrü yolları, kaldırım taşları yenilenmiş, pek güzel olmuş son zamanlarda. Ama  yine de eskiyle mukayese edidiğinde fark edilen başka şeyleri görüyor  ve üzülüyorum.

İnsan Kadıköy'e çıktı mı gideceğiniz belli yerler vardır:  Kokereç, midye, kalamar gibi şeylerin satıldığı mekanın önündeki tabureye ilişip önünüzden akan kalabalığı seyre dalarken  tabağınızdan gelen muhteşem  kokuları  içinize çekip, buz gibi fıçı biranızı yudumlamayı hayal edersiniz. İşte o an şimdi dünyanın en güzel kentindeyim  demenin zarif  sadeliğini, sevincini büyütürsünüz içinizde birden. Daldan dala atlayan bir serçenin avuca sığmaz neşesiyle bambaşka biri olursunuz siz de. Hele yanınızda eski bir dostunuz  varsa bu keyifin yerini hiç bir şey dolduramaz. Diyelim ki biranızı bitirdiniz, hafif bir sarhoşluk ile halatları kopmuş bağlı bir teknenin başına geldiği  gibi çarşının esrarlı havasına kapılıp gidersiniz;  caddenin her detayı, hergün  kendiliğindenmiş gibi canlanlanan gürültüsüne, kargaşasına karışır, her zaman olduğu gibi  bir kitapçının önünde bulursunuz kendinizi. Aklınızda aradığınız derginin kapağı, yeni çıkmış bir kitabın büyüsü ile içeriye dalarsınız. Bu kaybolmalar sizin için ayarlanmış zamanların en güzelidir. Dükkandan çıkarken kolunuzun altında taşıdığınız ağırlık sizi çok ötelere taşıyan hayallerle doludur. Oradan caddenin bir üst sokağına çıkarken önünden geçtiğiniz büfenin raflarındaki hiç bilinmedik  şarapların önünde takılırsınız biraz. Belki içinizdeki kurda yenilip iştahla bunlardan birisine uzanır eliniz. Sonra çıkılan parelel üst sokakta meyhanelerin önünden hızlı adımlarla kayar gibi geçip balıkçıların tezgahları önünde bulursunuz kendizi. Taptaze, kıpır kıpır balıklardan kesenize de, damağınıza da uygun olanı seçerken  hiç zorlanmazsınız. Mutlusunuzdur. Sonra, bütün bu eğlenceli güzergahlar arasında dolaşırken geçirdiğiniz zamanı hafızanızda tekrar tekrar yaşarken  yaşadığınız yerlere ait bağlarınız bir birine dolaşmış dallar gibi ruhunuzu kaplamıştır artık. Eve dönüş yolculuğu bu ufacık  ama müthiş bir haz yorgunluğunun doyumuyla doludur şimdi.

Niye anlatıyorum bu garip gelecek anıları? Bu günkü son Kadıköy gezisinin bende yarattığı derin yarılmaları anlatmak istedim de ondan. Sadece. Evet, daha önce yaptıklarımı  bu sefer yapamadım çünkü. O ünlü kokoreçcinin önünde oturup biramı içemedim, aradığım kitabı bulmak için gittiğim aynı dükkandan bu defa elimde 8 sayfası ile incecik bir şiir dergisi ile çıktım, istediğim kitabın fiyatına içerlediğim için satıcıya  söylendim, şarapçının yanından fişek gibi geçtim, balıkçı tezgahına sokulurken içimden yuh diye bağırdım, sinirimden dönüşte karıma  alırım dediğim nergislerin  önünden farkına varmadan hızla geçtim. Eve geldim. Evet, ben yaşadığım kenti  yaşadıklarımdan koparan uğursuz  karanlığa, bu kötürüm günlere isyanımı, bu günü ve ötesini kaygıyla anlatan bir  yazıya döktüm sadece, elimden geleni yaptım.

1 Ocak 2023 Pazar

DEM ZAMANI

Yeni bir yılın başlangıcı ne anlama gelir? Bu  zaman kavramına  bakışınıza göre değişir. Zaman bir başlangıca göre hareket halinde olmaktır, değil mi.

Takvim ve saatler bunu ölçülür kılan ilk buluşlarından insanın. Değişim, var olan canlı cansız  gözle gorülür her varlığa eşlik eden bir gerçeklik. Yaşlanmak da bunlardan biri. Doğanın yaşam döngüleri de öyle. Gece ve gündüz arasındaki fark da öyle. 

Bir de duyum ve hafıza alanımız var ki burada zamanın hızı başka türlü akar. Duyumlar yani hissettiklerimiz algıya dönüşürken değişik tepkiler göstererek, bazen acıya boyun eğmeye, bazen de isyana zorlar bizi. Zaman burada da devreye girerek umudu doğurur. Umut zaman ötesine ulaşan bir histir. Sizi varmak istediğiniz başka bir zamana çeken bir güç olarak umut, gelecekle ilgili kaygılardan  kurtaracak yöntemler bulmaya zorlar. İdealler kavramsal tasarımlar ile bizi başka türlü  yaşamaya sürükler. Mücadele gücümüz de böyle doğuyor aslında. 

Şimdi yeni yılın başında hep bildiğimiz bu doğruları hatırlatma nedenine gelince, şunu demek isterim ki her başlangıç  yeniliği çağrıştıran bir dem halidir. Şimdi "DEM" sözcüğünün  anlamlarını araştırırken yakaladığım sihir  burada gizli bence. Sözcüklerin kalbinden gelen bu sihir hayatın kendisidir özet haliyle.

Gelin bu sihiri görünür, nesnel bir evreye dönüştürelim birlikte. Zamanın akışına yön verelim, değil mi?

2023'E GİRERKEN


 Değerli büyüklerim ve küçüklerim... Yeni yıla saatler kala  adettendir,  ben de bir şeyler yazmalıyım dedim, dedim de ne yazacağımı bilemedim doğrusu. Çok zorlanıyorum bunları söylerken. Karman çorman bir haldeyim hala. Profil resmime bakmayın siz, oradan görülmüyor içim. Şimdi içinizi karartırım diye korkuyorum, şu yılın son gününde, keyfinizi kaçırtmak istemem. Rahatınıza bakın lütfen, bana bakmayın siz, kadehinizi neşeyle kaldırın yeni yıl şerefine, en güzel dileklerinizle, sevdiklerinizi arayıp sorarak, ki ben de öyle yapacağım, şarabımı kendi hazırladığım mezemin eşliğinde ve elbette sevdiklerimle gelen yıl için kaldırıp yudumlayacağım. İşte tam o anda aynı kalp gözüyle baktığımız dostlarımı, hatta ülkemin bütün insanlarını düşüneceğim, ah benim çileli güzel insanlarım. Susup sadece televizyondaki müziğin neşesine bırakacağım kendimi. Sonra çocuklara bir kaç maskaralık yapacağım, yine onları güldereceğim. Evet, dostlarım, çoğunuz gibiyim belki, yani farkımız yok birbirimizden. Aynı neşe, aynı tedirginlik ama hayata sımsıkı  bağlanmak işte. İyi yıllar hepinize.

HERŞEYE RAĞMEN...

Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum.  BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...