27 Haziran 2025 Cuma
BAY KEMAL OLAYI
17 Haziran 2025 Salı
GEÇMİŞTEN BİR YAZI
Kadın cinayetleri bitsin derken
Bitmeyen kadın cinayetlerinin ardından idam cezasının yeniden konuşulmaya başlanması korkunç. Kadını koruyabilmek için hatırlanacak onca sorumluluğu unutan siyasetçinin idamı savunma noktasında popülizmin yeniden zirve yapması toplum adına ne kadar acınıl(acak bir durum!
Konunun kadın meselesi bağlamında olduğu kadar güncel siyasetin kendine yeni bir istismar ve tehdit alanı açması açısından da önemi var. Hukukun eksiksiz işlemediği, tarafsızlığının tartışıldığı bir rejimde idam kararının uygulanır oluşunun getireceği tehlikeleri düşünmenin tam sırası. Kontrolü siyasi iktidarın eline(insafına) kalmış idam uygulamaları toplumsal gerginliği ne hale getirecektir, tahmin etmek zor değil... Sonuçlarının çok vahim olacağından zerre kadar şüphem yok. Şimdiden ülkenin geleceği için ciddi endişe duyanların tepkisini çekmeli, yoksa gidişata seyirci kalmanın vebali herkes için ağır olacak.
İyi ki Putin var!
Sağ olsun bir dediğimizi iki etmiyor. S- 400 füzeleri için program aynen devam ediyor. İblid'de yapacağını yaptı , ama iş tatlıya bağlandı sonunda.
SU57 uçaklarına hayran kalan Cumhurbaşkanı Erdoğan "Uçuyor mu bu" diye şakadan takıldı. Gazetecilerin merakını gidermek için “Boşuna gelmedik buralara” dedi. Sonra Trump ile de görüştüğünü duyduk. "Dün Putin ile senin kulaklarını çınlattık, onlardan SU57 de alacağız galiba. Sen şu Patriotları bir düşün yine” demiştir herhalde. Artık hangilerini kullanır, hangilerini hangara çekeriz o ayrı bir müzakere konusu. Fırat'ın doğusunda güvenli bölge konusu “taraflar anlaştı” denmesine rağmen yine muallakta kaldı. Sonunda Fırat’ın batısındaki Rus manevrası ABD’nin işini epey kolaylaştırdı. Olan yine bize oldu. Bu kez sınırımıza yığılacak Suriyeli mülteciler sorunu başımızı ağrıtmaya devam edecek.
Babaları işte, çocuklara okul yasak!
Şu Suriyeli mültecilerin kabulü meselesi de insani boyutlarında ziyade pazarlık kozuna dönüşmüş vaziyette. Suriyeli mültecilerin bir rehine olduğunu herkes biliyor. AB ve ABD'ye karşı istediklerimizi alabilmek için kullanılagelen bir koz.
Olan kime oluyor? Mültecilerin perişanlığından tutun toplumsal sürtüşmelerin yarattığı gerginliğe kadar bir yığın sorun dağ gibi yükseliyor. Babaları kapitalizmin can suyu olarak sigortasız ve düşük ücretle çalıştırılan Suriyeli çocukların okullara sokulmadığı bir ülke burası. Türkiye tarihinin en kötü zihniyeti ile yönetiliyor. Umarım bu kötü süreç uzun sürmeden düzlüğe çıkarız.
Kanınız dondu mu?
Benim dondu. Sizin de dondu mu? Kimileri şu nükleer silahlanma konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi düşünüyor olabilir. Milliyetçi huylarımız bazen aynı çizgide buluşuyor diyecekleri kastediyorum. Şaşırmıyorum. Bütün milliyetçilikler aynı kapıya çıkar sonunda. Sende varsa ben de silahlanırım, sen göz koyarsan ben de koyarım diye bir sarmalın içinde döner durursunuz o vakit.
Silahlanmayı değil silahsızlanmayı, savaşmayı değil diyaloğu, saldırıyı değil, müzakereyi ön gören bir dış politikadan uzaklaştıkça bütün milletlerin siyasetçileri bu dünyanın mezar kazıcısıdırlar, halkların başı da belalardan kurtulmaz bir türlü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan dün itibarıyla bir eşikten daha geçti ve sarsılmakta olan tahtının gevşeyen çivilerini gözden geçirircesine nükleer silahlanma kararından bahsetti. Kanınız dondu mu? Benim dondu. Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını 1980'de imzaladı. Türkiye her türlü nükleer infilakı yasaklayan Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması'na da 1999'da imza attı.
Ne olacak demeyin. Söylenen söz Türkiye için çok önemli. Yapacağından değil, kimse ciddiye almaz deyip boşa alınacak bir çıkış değil bu. Söylem olarak kalsa dahi tehlikeli bir yere sürüklendiğimizin işareti olarak önemli.
Yaz biterken rehavet de bitsin artık
Zaten öyle olacak. Siyaset ısınıyor, ısınacak. Erdoğan'a verilen desteklerde ciddi bir azalma var ve o bunun hesabını yaparak atacak her adımını. Atarken de hepimizi, herkesi gerecek.
16 Haziran 2025 Pazartesi
KONUŞMAK ZORUNDAYIZ
Yaşadığımız günlerin iç açıcı tarafları can sıkan taraflarından ağır basıyorsa bilin ki umutlu omak zorundayız demektir.
Kendini aydın ve sanatçı konumunda sayanlardan ziyade, sıradan insanlarda gördüğümüz beklenmedik çıkışların daha umut verici olduğunu düşünüyorum- hatta bütün teorileri sarsma pahasına...Geçmişteki tahminlerin ötesinde alışılmamış, çoktandır yaşamadığımız tepkisel sosyal bir atakla karşı karşıyayız şimdi.
Son bir aydır olanlar da gösteriyor ki bundan sonra toplumsal taban diye isimlendirdiğimiz, içini tam göremediğimiz kitlesel güç, bilmediğimiz ya da henüz adını koyamadığımız bir momenti yakalamış durumda.
Bunun olacağını kestiremeyenlerin şaşkınlığı ise başka anlamları çağrıştıracak şekilde kitlelere artık çıktıkları yolun doğruluğunu öğretiyor.
Bu da yanılgıların tazelenmiş yargılarla yer değiştirdiği anlamına geliyor. Toplumdaki ilginç dayanışma örneklerinde gördüğümüz canlılık bunu gösteriyor.
Benim gözden kaçırmamak adına belirtmek istediğim, aslında işin teorisini akademisyenlere bırakmak istediğim bir kaç husus var.
İllki şu: Eskiden olsa CHP, sosyal bir patlama yaratacak ciddi gerginlikler olduğunda tabanını sokaklara dökecek bir tepkiden oldum olası kaçınırdı. CHP 'nin o tanıdık malum paradigması (müesses nizamın korunması) böyle durumlarda aman "düzen bozulmasın" kaygısını her şeyden önde tutardı. Şimdi bu sınır aşıldı.
Yerel seçim
Nedenlerine girmeyeceğim ama sonuçta bütün meseleyi düzen bozucu görünmemek olarak anlayan bir muhalefet tarzı ile çözmeye çalışmak bu gün tarihe gömüldü. Çünkü başka türlü olmuyor. Hatırlayın, artık CHP sokakta, eylem alanında, tarlada, traktör üstündedir.
Yerel seçim galibiyetinden sonra kazandığı moral ile ikidara barış elini uzatan CHP gitmiş, tabanının tepkisine kulak veren, toplumsal tepkileri parti, dünya görüşü farkı gözetmeksizin ömemseyen birliştirci bir iradenin önünü açan, hatta eylemlerin meşruluk sınırlarını güvence altına alacak şekilde disiplini sağlayan, kürsü siyasetinden eylemlik siyasetine evrilen bir parti olarak göz dolduran bir CHP gelmiştir yerine.
Ortadoğu politikaları
Bu başka deyişle CHP şimdi eylem üzerinden iktidara yürüyen güçlü bir alternatif çözüm sayılırken kendi içinde örgütsel dönüşümü de sahici sınırlar içinde oluşturacak bir bilinç ve öngörü potansiyeline sahiptir. İkinci önemli husus budur.
Kendisine umut bağlayan tabanın çok seslilik içinde şekillenmiş irade biçimi parti içinde halka yakın bir duruşun tohumlarını ekecektir kaçınılmaz olarak.
Parti içine bu durum kamucu bir zihniyetin siyasal ilkelere de yansıyan yeni program açılımı olarak canlanacaktır.
Üçüncü olarak ise şu: Ortadoğu ve Suriye'deki yeni oluşumların iç siyasette dolaylı yoldan yarattığı fırsatları kullanmak adına iktidarın yeni rol alışları, bilindiği üzere PKK'nın silah bırakmasına varan bir dinamiği de ateşlemiştir.
Bu değişimin Cumhur İttifakı ile ona uyumlu yaklaşan kürt tarafı arasında başlattığı diyalag süreci, taşıdığı risklere rağmen bundan sonra istismar edilmeye müsait "PKK Terörü" konusunu gündemden en azından şimdilik çıkarmışa benzemektedir.
Bunun ise hem Türkiye Kürt siyasetinde hem de CHP eksenli demokratik muhalefet üzerinde çok yönlü etkileri olacaktır.
Bir kere bu durum, Cumhur İttifakının gözünde demokrasi ve özgürlüğü savunan muhalefetin kürtlerle bağını koparmasına yol açabileceği gibi-ki iktidar kanadındaki asıl hesabın bu olduğunu düşünüyorum- tam tersine, Kürtlerin barışma ve anayasal temelde eşit vatandaşlık istekleri üzerine yaşatmaya çalıştıkları mücadele ile CHP'nin destekleyeceği yeni bir demokratik ittifaklaşma sürecini de zorlayacaktır.
Bütün bu olasılıkları önümüzdeki günlerde daha kapsamlı olarak tartışacağız. Son olarak bundan sonra geriye kalacak son müşterekte birleşmenin her türlü tehdit ve düşmanlaştırma baskılarına rağmen çekilen tarihsel sancılara çare üretecek tek olumlu sonuç olacağını düşünüyorum.
TAŞRA VE KASABALILIK ÜZERİNE
Yazmak istemezdim ama olmuyor. Sosyal medya üzerinden yazmak çoğu kere bir işe yaramaz. Sizi fenomen yapan iletişim komedisinin bir parçası değilseniz benim yaptığım gibi anı defterinin sayfalarına içinizi dökmekten başka çareniz yok demektir.
Sosyal medyayı olduğu gibi kabul edip kendime yazılar başlığı altında yine bir kaç satır yazayım istiyorum. Amacım ülkemizde yerel gazeteciliğin "iflas" etmiş olmasını ciddiye alarak biraz kelam etmek istemem sadece.
Taşrada yaşamanın en zor yanlarından biris de yazmayı ve haberciliği seven birinin bu konuda yaşadığı çaresizliklerdir. Bu yerel gazete okurluğunun giderek yok olmasının tabii sonucu sayılsa da bireyin taşralılık sınırlarına dayanmış acınası halinin bir hikayesidir.
Çok güçlü bir şair, çok iyi bir ressam, çok başarılı bir öğretmen, çok yetenekli bir müzisyen olabilirsiniz ama eğer hayatınızı taşra ölçeğine mahkum eden koşullara razıysanız hayalleriniz ile gerçekler arasında sıkaşarak ömrünüzü tüketir durursunuz.
Bu bizim gibi ülkelerde daha bariz yaşanır. Taşrada özgür değilsinizdir, yaratmak istediğinizin volümüne ayak uyduracak insanlar olmayınca hoşlarına gitmediğiniz veya ürküttüğünüz çevrelere yakalanmanız ve itibarsızlaştırılmanız çok kolaydır.
Bu nedenle taşra aydını veya sanatçısı kendini daha fazla tehlikede hisseder ve içe kapanmayı tercih eder. Daha az insanla konuşur, daha fazla kendini içkiye kaptırır. Ve genellikle adı öldükten sonra duyulur. Kitapları, çalışmaları geç fark edilir. Sonuç tarih boyunca hep böyle olmuştur. İsterseniz isim de verebilirim.
Taşralılık kötü bir yazgıdır. Kolay aşınmaz taşlarla örülmüş dar bir çembere mahkum eder sizi. Yani kısacası taşradan kopmadan taşra ile mücadele etmek neredeyse imkansızdır.
Neden yazıyorsun bunları diyenlere kötü bir haberim var. Hiç yaşadınız mı taşrada?
15 Haziran 2025 Pazar
TÜSİAD'DAN SON HAMLE
İçinizden geçiyordur belki, "Akın sen Ayvalık'da şiirini yazmana bak, denizin ve yeşilin tadını çıkar, sana ne TÜSİAD'dan" diyebilirsiniz...Ama ülke bu haldeyken yani güneşin önüne bulut, ağacın dibine de balta düşmüşse gel de oyalan hiçbir şey umurunda olmadan...
O halde aynı minvalde yazmaya başlayalım yine...
TÜSİAD anladığım kadarıyla bu kez dersini çıkarmış ama yine de sözüm var ciddiyetiyle kaygılarını ve şartlarını sıralamış:
"Ekonomik büyümenin bir miktar yavaşlamasını kabullenmeliyiz.
Özel sektörde ve kamuda kaynakları verimli kullanmalı ve harcamaları kontrol altına almalıyız.
Enflasyonist olmayan adil vergilendirme yapmalıyız.
Ve en önemlisi beklentileri olumlu yönde geliştirmeli ve ekonomik dalgalanmalar yaratmamalıyız, aksine istikrarlı bir ortam için alan açmalıyız.
Aras ayrıca, "Toplumsal refahı arttırmak, hayat pahalılığı sorununu çözmek, gelir dağılımını düzeltmek için mutlaka enflasyonu düşük tek hanelere indirmeliyiz. Düşen enflasyonun yarattığı güven ortamı ve artan verimlilik yeni dünya düzeninde ülkemizi üst sıralara taşıyacaktır" demiş...
Eh pek kızdıracak laflar etmemiş sayılır ...
Ben iktisattan anlarım demeyeceğim ama diyeceklerim var elbet bunlara.
Ekonomik büyümenin yavaşlaması alıştığımız, epeydir tanık olduğumuz bir tavsiye. İktidar zaten bunu yürütmeye çalışmıyor mu bir süredir. Bu daha az yatırım demek. Kısıtlı paranın doğru ellerin kontrolünde olması ise fiyatlarda talep baskısını düşürmek...Karşılığı daha fazla işsizlik ve iş yerlerinde artan iflas demek.
Bunu yapmak için kaynakları kar getirmeyen( ki buna verimsizlik diyorlar) alanlar yerine işini iyi bilen büyük sermaye erbabına yönlendirneli. Bu ise krizden tekelleşerek büyüyen sermayenin ekonominin tek sahibi olması demek...
Altta kalanın canı sıksın, küçük ve orta ölçekte işletmelerin ruhuna fatiha!
Bu işsizliğe yol açar, onu siyasetçi düşünsün, bana ne!
Enflasyonist olmayan vergilendirme istemek ise iki yüzlülüğün ta kendisi. Gelirine göre vergi matrahınına enflasyon farkı ayarlaması yaparak daha az vergi ödemek. Sevsinler seni...Uyanık.
Vergi yüknün yüzde 70'ni omuzlamış vatandaştan enflasyon dinlemeden dolaylı yoldan tahsilatını yap ama bana gelince yükümü enflasyon kadar azaltılmış reel gelire göre hesapla. O ne ala!
Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Yani daha önemlisi diye vurgu yapılan mevzuya. O da şu: Beklentileri olumsuz yönde etkileyecek ekonomik dalgalanmalardan kaçınma hatırlatması aslında piyasaları ve döviz dengesini alt üst edecek siyasi tepkilerden uzak durunuz demek. Ne demek istediğini geçmişte daha açık cümlelerle izah eden TÜSİAD bu kez dersini almış uslu çocuk edasıyla akıllı davranmış gördüğünüz gibi.
Sonrasını okumak ve yorum yapmak gereksiz. Refah artışı , gelir dağılımı dengesi, düşük enflasyon ve sağlanacak güven ortamı ile gelsin oylar pardon paralar diyen Mehmet Şimşek'in vaatlerini zaten biliyoruz. Bu konuda yönetimle ne güzel anlaştıklarına itiraz edenin dili şişsin!
KÖTÜ GİDİŞE DUR DEMELİYİZ
NASIL BİR GELECEK BEKLİYORUZ
Dün paylaştım. Birgün Gazetesinin başlığı Sarayı muhalefeti bölme hesapları üzerineydi. Yazı uzun. Bilmiyorum okuyabildiniz mi? Aynı gün arkadaşım Mehmet Enver Altın 'dan bir roman incelemesi geldi. Avusturyalı bir yazarın eserine aitti. Yaşadığı dönemin sıkıntılarına boyun eğmeyen bir karakterin ülkesinin durumuna eleştirel bakışıyla ilgili. Joseph Roth'un İmparator Mezarlığı romanı bana çok ilginç geldi. Mehmet gönderdiği yazının başında şöyle bir alıntı da yapmış:
"Metternich rejimi, kendisini çevreleyen saray, ordu ve bağlı bürokrasisi ile halkta anarşi yılgınlığı yaratarak Ulusal Muhafız ve Halk Komitelerini dağıttı. İzleyen bir kararname ile Anayasa ve Seçim yasası askıya alındı. Etrafına iyi eğitilmiş, yeniden örgütlenmiş Avusturya ordusu ile Radetzky gibi karşı devrimciler, başları üzerinde dam yanarken, teorik safsataları tartışan ilerici güçleri ezip geçtiler. Almanya’da Devrim Karşı Devrim, F. Engels, Birlik Yayınları, Şubat 1975 "
Metternich rejimini dönemin Fransız ihtilali ile başlayan milliyetçi akımlara direnen monarşinin son çırpınışları diye düşünün. Avusturya imparatorluğunda başbakanlık yapmış bir isim. Yapılan alıntıda verilen özetin Türkiye ile benzerliğini kurmakta hiç zorlanmadığınızı tahmin ediyorum. Tam olmasa bile andırıyor değil mi?
Farklı günlerden geçiyoruz derken gelecekte nasıl bir ülkede olacağız sorusunun cevabını arıyorum boyuna.
Yapılmak istenen ana muhalefetin halkın itiraz sesini yükselten bir temsiliyeti üstlenmesi üzerine demokratik sürecin toptan askıya alınmasından ibaret.
Birgün'deki yazıda da özetendiği gibi 1980 darbesinin komutanlarının açtığı yolda ilerleyen bir demokrasiyi yok etme süreci hayatın bütün akışına müdahale olarak karşımıza dikilmiş durumda. Seçilmiş belediye başkanlarını yargısız infaz yaparcasına gözden düşürmenin, seçilmişlere yapılan haksızlık kadar onları seçenlerin iradesine bir darbe olduğunun herkes farkında. Yani artık başımızdaki rejim bize ya itaat edersiniz ya da size söz hakkı -buna oy hakkı da diyebilirsiniz- tanımam ısrarında.
Monarşinin artık tarih olmuş direnişini andıran, şimdiyse başka bir çerçevede kurulu düzenin değişime karşı çıkışıdır bu. CHP gibi ülkenin en eski partisini kapatmaya varacak kadar gerçeklerden kopmuş bir planın esareti altındayız şimdi.
Olacak olanları bu gerçeğe odaklanıp yorumlayarak aklı başında herkesin bu duruma seyirci kalıp kalmama arasında bir tercih yapması lazım.
ÇIKMAZDA MIYIZ, YOKSA BİR IŞIK VAR MI?
Son derece vahim sonuçlar üretmeye müsait tarihi bir evreden geçtiğimizin farkında mısınız?
Ülke sadece ekonomik göstergeleriye maddi anlamda bir tehdit altında değil, bunu yaşarken zihinsel bir tepetaklak gidişin olduğunu da görmek gerekiyor. Bunu hukuk, siyasi etik ve ahlak açısından herkesi tedirgin eden son tutuklama görüntülerini hatırlatmak amacıyla söylüyorum.
Sorunun çözümünü asıl güçleştiren durum bu.
Elbette asıl gereken koşul demokrasinin olması. Ama bizler ezelden beri ne kadar demokrasi ile yaşadık ki? Asıl sorun demokrasi sandığımız olgunun göstermelik olmasının farkındalığı.
Bunun yarattığı umutsuzluk toplumsal devinimi kısırlaştırıyor ve düzenini bu yapıdan beslenerek güçlendiren bir otokrasiye mahkum bırakıyor.
Ama bu durum hemen olmadı, hatta son 23 yılın eseri olarak karşımıza dikilmedi. 1980 darbesini yaşayan zamanın genç kuşakları hatırlayacaklardır, ülkece demokratik hakların törpülenmesi bundan sonra olacak olanlara yıkılmaz bir kötü miras hazırladı. "Her şey sermaye için, kahrolsun liberalizm düşmanları" diyerek devlet zoruyla hukuk ve emeğin hakları törpülendi. Siyasetin ruhunu kapitalist sömürüye tamamen teslim etmesi o anda başladı, yok edilmesi için solun üstünde tepindiler. Sonunda olacak olan buydu.
Adil bir gelir dağılımını ve üretimin bununla paralel artmasını beceremeyenler hem sınıflar arası hem bölgeler arası eşitsizliği çoğaltarak, kullandıkları ayrımcı enstrümanları da zamanlamasını iyi yaparak siyasi yapının üstüne boca ettiler. Zihinleri bulandırırarak etnik ve dini gruplar arasında aşılması güç toplumsal duvarlar örüldü. Bunu siyasetin sürdürülebilirliği açısından rasyonel bir çözüm gibi kullandılar. Tek tipleştirme ve itaat kültürüne dayalı bir eğitim modeli ile de bunun toplumsal dayanağını yaratmaya çalıştılar.
Buradan çıkan sonuçlardan biri, güçler ayrımının olmadığı bir kurumsal çürüme, ikincisi çalışanı ve emeklisi ile mağdur bırakılmış bir toplum, üçüncüsü geleceğin güvencesi olacak çok yönlü güçlü bir üretim alt yapısı ve toplumsal refahı besleyecek güçlü bir ekonominin noksanlığı.
Bütün bunların siyasi farklılığı yansıtan taraflar arasında çoğulcu bir yaklaşımla özgürce tartışılması ve demokratik mücadele içinde çözümün bulunması gerekirken normal olandan uzaklaşılması endişe vericidir. Bu savrulma her açıdan çözümsüzlüğü, tıkanmayı da doğurmakta. Siyasetin ve ekonomik hayatın bütün katmanlarına sıçrayan keyfilik, ortaklaşmadan uzaklaşma, aykırılık süreçleri ile artan zıtlaşma toplumun yönetimi açısından sorunu derinleştirmektedir.
Toplum olarak itaat ve korku arasına sıkışmış haldeyiz. Kendini kollamak ve gelecek tehditi göze alamamak adına oluşan davranış şekli her toplumsal kesimde kendini gösteriyor. Amirinin gözüne girerek terfisini güvence altına alan memurdan tutun, en üst kademedeki bürokratına kadar devlet içindeki her yapıda bu kendine göre şekillenmiş çarpık düzenleşmenin yerleştiğini görürsünüz. Kuralların kuralsızlaşması diyebileceğimiz bu durum devletin kurumlarına olan güvensizliği her alanda yaratarak, düzenin kendisi bir itaat dayatması olarak rejime biçim veriyor.
Bu türden sistemlerin tarihselliği her detayda benzerlikler taşır. İçinden geçtiğimiz küresel ve bölgesel sıkıntıların ağırlık merkezi, başka deyişle mihveri sayılacak kapitalizmin varoluş kavgası geçtiğimiz bu zorlu süreçte ne kadar halkların huzura kavuşmasına elverişli koşullar yaratıyor, ondan emin değilim.
Aksine bir tezi savunmak aklınızdan geçmemeli. Ancak, demokratik geleneği zayıf bir geçmişimiz varken, üstümüze yüklenmiş böyle bir rejimin altında ezilmeye devam edecek miyiz yoksa bir çözüm yolu bulabilecek miyiz? Bundan emin olmak istiyorum.
Burada yaşadığım çekince idrak etmek ile eylemlilik arasındaki farkın açılmasından duyulan bir endişe .
En son örnekte İzBB ile DİSK'e bağlı bir sendika arasında yaşanan anlaşmazlıkta görüldüğü üzere kitlelerle bağını tam kuramamış, örgütsel bütünlüğüne emek tarafının sesini katamamış bir sosyal demokrasi ne kadar sahicidir sorusuyla hesaplaşmak zorundayız.
Siyaset yapmanın ve katılımcı bir demokrasiyi inşa etmenin bütün zorluklarını anlayarak yapılabilecek olanın en iyisini bulmak hepimizin görevi olmalı.
Turkiye'mizi bu çıkmazdan kurtaracak yolları sağ duyulu ve çağdaş toplumcu bir modelle ve demokrasiyi de inşa ederek bulacağız.
HERŞEYE RAĞMEN...
Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum. BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...
-
Aklım yanan otelin bitişiğinde kayak alanındaki görüntülerde bir yandan da. Yangın olup bitmiş ölen ölmüş, eğlenmeye devam dercesine başka...
-
Dünyamızın ve elbette ki ülkemizin başında bir Donald Trump heyhulası dolaşıyor. Daha şimdiden dünyada alarm zilleri çalmaya başladı bile. T...
-
Aşağıdaki adamın fotoğrafı gece uyumadan önce bakılacak bir görüntü değil hiç şüphesiz! Ama bu Pazartesi gecesi TS itibariyle 20'de ba...