Akın Güre Yazıları
Akın Güre Blog Sayfasıdır
24 Ekim 2025 Cuma
HERŞEYE RAĞMEN...
13 Ekim 2025 Pazartesi
BABAMA BABALAR GÜNÜ MEKTUBUM
Keşke ben biraz daha genç olsam sen de bu kadar erken ölmeseydin baba. Bu gün babalar gününde benim de gününü kutladığım bir babam olsaydı. Özelikle şu günlerde seninle kim bilir aynı fikirlerde olmasak da neler konuşur, neleri tartışırdık aramızda. Sana son yazdıklarımdan bölümler okumayı ve görüşünü öğrenmeyi o kadar çok isterdim ki.
Biliyorum gençken itirazlarıma kızarken bunda benim için endişelenmenin de payı vardı. Bu ülkeyi o zamanlar benden daha iyi tanıyordun, şimdi daha iyi anlıyorum bunu. Senin yerinde bir baba olarak karşıma çocuğum olarak kendimi koysaydım belki ben de aynı şeyleri söylerdim oğluma.
İkimiz de ne çok kahrını çektik bu ülkenin değil mi? Üstelik sen taşrada avukatlık yapan bir kişi olarak, bilirim, ne çok yalnızlık çekerdin. Hiç pişmanım dediğini duymadım ama bilirdim, burada mesleğini en iyi yapan bir kaç avukattan biriydin, bunu ofisinde kulak misafiri olduğum arkadaş sohbetlerinde ağzından dinlediğim sözlerinden, itirazlarından ve mesleğinin özü sayılacak savunmalarından anlardım.
Senin farklılığını daha o yaşlarda anladığımda senden ne kadar çok gurur duyduğumu belki yüzüne karşı hiç söylemedim; şimdi beni duyamayacaksın ama benim için böyleydin baba. Etrafındaki çok az dostundan bazılarını daha sonra araştırıp yakından tanıdığımda aklımdan geçen şu olmuştu: Benim babam da onlardan biriydi. Biliyor musun baba, bunu öğrendiğim günden beri sana duyduğum hayranlığım daha da arttı. Sen o taşra kentinde yakın dostlarınla birlikte bir vaha gibiydiniz herkes için. Her konuda size gelip danışan genç avukatların gözünde yıllar sonra baro odasında asılı duran, adın yazılı cüppeni görünce de anladım bunu. Belki yaşarken kimseden duymamışsındır sana hayranlıklarını ama sen öldükten sonra oğlu olduğumu söylediğimde biraz mahçup ve üzgün bir yüzle "Behzat beyin oğlusunuz, öylemi" diyenlerin ne çok olduğunu bilmeni isterim.
Ama benim için senin oğlun olmayı asıl önemli kılan bunlardan da öte şeylerdi. Hatırlar mısın, bana bir daktilo almıştın durup dururken, çok şaşırmıştım. Böyle sürprizler yapmayı severdin. O daktilo hala odamın bir köşesinde duruyor artık kullanmasam da. Bana bu hediyeyi almakla yaptığın değer biçilmez katkın sayesinde bak bana yazmayı nasıl sevdirdiğini anlatmaya çalışıyorum görüyorsun değil mi?
Yazma merakımı yakalayıp her fırsatta bunu kanıtlamayı sağlayan ödevlerini hiç unutmuyorum. Üyesi olduğun partinin bildirilerini bana yazdırmandan tut da, Barolar Birliği sempozyumunda yapacağın konuşmanın metnini benim düzeltmemi istemene kadar bana duyduğun güven için sana teşekkür ediyorum baba.
Ah baba, sana hayranlığım kadar öfkeli olduğum şeyler de var elbet. Ama bunları tekrarlamanın zamanı çoktan geçti farkındayım. Bunları yanına geldiğimde konuşuruz artık. Babalar günün kutlu olsun sevgili Babam.
8 Eylül 2025 Pazartesi
YENİ UMUTLAR
Dün Jose Mujica, kısa adıyla Pepe'nin belgeselini izlerken söylediği bir kavramın ne kadar doğru kullanıldığına şahit oldum. Pepe sosyalist bir siyasetçi, bir devrimci olarak toplumun yaşamında kültürün son derece belirleyici bir unsur olduğuna dikkat çekiyordu. Çünkü kültür hayatımız içindeki davranışlarımız, beklentilerimiz bizi yönlendiren karakterimizi belirliyordu. Kültür bir toplumun kişiliğini biçimleyen deneyimler toplamıdır çünkü ve bir devrimin ana amacı da sonunda bunu eşit ve özgür bireyler için sağlayacak bütün koşulları yaratmaktır.
Sosyalizmi keşke başarabilseydik, bu idealin siyasi yapısını hiç bir otoriterliğe sapmadan özgürce ortaya koyabilseydik. İnsanlık bunu başaramadı, biz de kolay başaramazdık, yanından bile geçemedik bu deneyimin. Dünya olarak hep aynı çukura doldurulduk, kapitalizmin öğrettiği kendisi için yaşayan bencil insan karakterini ruhumuza bulaştırdık ve debelenip duruyoruz.
Kültürü bunu sağlayacak kötü huylarımız olarak yarşatıyorlar bize. Üzerine baskı ve korkuyu da dayatıyorlar ki yerimizden kıpırdamadan kalalım öyle diye.
Şunu yapamadı, bu eksik kaldı diye eleştirip durduğumuz yüce Atatürk'ümüzün değerini daha iyi anlayalım. Onun önderlik ettiği nesiller bir hayalin peşindeydiler en azından. Köy Enstitüleri ve Halk Evleri ocağından yetişmiş insanların hayata bakışları bu günkünden kat kat ilerideydi. Toplumun bir arayışı, heyecanı vardı ve olmayanın yerine ne konması gerektiğini düşünecek bir iradeye sahiptiler.
Başaramadılar, ayrı mesele ama o dönemin bize öğrettiği ve farkında olmadan içimize sindirdiğimiz, bir gerçeği hatırlatırım; özgürce yaşanacak demokratik ve laik bir düzende, hangi inanç ve etnik kökenden gelirsek gelelim, Türkiye Cumhuriyeti bireyleri olarak bir millet duygusu ile hareket etmeyi önemseyen bireyleriz en azından çoğunluk olarak.
Bu duyguları aşındıran, beklentileri zayıflatan başka arayışlar olsa da geldiğimiz nokta cumhuriyeti kuranların aşılamak istediği hedefin yanlış olduğunu göstermemeli. Yapılmak istenen devrim bizim siyasal tercihlerimiz ve toplumsal geleneklerimizden gelen tutucu kültürel alışkanlıklarınız nedeniyle istenildiği kadar başarıyla sonuçlanmadı. Sonunda değerli kültür ögelerimizin geride kalanlarıyla yetinmeye çalışan, eğitimden ve maddi zenginlikten mahrum bırakılmış yoksullaşmış bir toplum olarak her geçen gün çeşitlenen ve artan sorunlarımız içinde debeleniyoruz.
Bu topraklardaki bin yıllık hikayenin sonuna mı geldik diyen bir karamsarlığa kapılmayalım. Bizi bölmeye yeltenen dış güçlerin eline kaldık diyenlerin hiç yabancısı olmadığımız tuzaklarına düşmek de istemiyoruz. Evet çok zor günlerden geçiyoruz, ama beraberce düşünüp, vurup kırmadan, hiç birimizi incitmeden bu farklı kültürlerin iç içe yaşadığı bir toplumda yeniden yola koyulmak zorundayız.
Hatalarımıza, eksiklerimize bakıp kendimizi küçümsemeye varacak kadar hırpalamadan, yine kandırılmak istemiyorum diyen bir öz güvenle ama sadece demokrasi diyerek yaşam mücadelesine devam edeceğiz. Kültürel kardeşliğimizi yeni nesillere armağan edecek, yarınları daha güzel kılacak bir umuda yaslanarak...
REJİM NEREYE DOĞRU
Siyaset bilimciler bu sisteme Rekabetçi Otoriterlik diyorlar. Tek adamın kontrolünde işleyen bu rejimde devletin bütün kurumları parti merkezli bir sistem içinde çalışıyor. Sözde halkın temsilcisi sayılan bir göstermelik meclis var ama oradaki partiler de tek adam rejiminin güdümünde. Tabi olma, itaat etme onların varlığı için de önemli bir koşul. Ülkede her bireyin ve kurumun aynı durumda olması zorunluluğu var yoksa başınıza her an bir bela gelebilir.
Bu sistemlere bizim yanıbaşımızda olan Azerbaycan örnek verilebilir. Orada başkan İlham Aliyev son seçimlerde oyların yüzde 92'sini alarak seçilmiş ve görev süresi sınırlı değil. Halkın yüzde 76'sı oylamaya gitmiş. Ama aynı katılım partiler için geçerli değil. Parlamento seçimlerinde katılım yüzde 35'lere düşüyor. Orada en güçlü tek bir parti var ve oyların yaklaşık yüzde 50'sini kazanmış. Diğerleri küçük partilerden ve bağımsızlardan oluşuyor.
Gördüğünüz gibi seçilmişlerin doldurduğu bir meclis var ama halkın büyük çoğunluğunun bu mecliste temsil edildiği falan yok.
Şimdi dönüp bize bakalım. Bizdeki sistemin de bundan aşağı kalır bir yanı yok. Hele şu aralar pek arzu ettikleri anayasa değişikliği olursa Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde süre sınırı olmadan görev yapabilecek belki. Belki diyorum çünkü bunu başarabilme ihtimali biraz zor. Ama en azından başka formüller bulunabilir. Kısaca diyebilirim ki Azerbaycan modeli bir sisteme geçilmek isteniyor.
Ülkenin en güçlü muhalefet partisine seçim yenilgisi yaşatmak için Cumhurbaşkanı adayını 6 aydır hapiste tutuyorlar. Yetmedi şimdiki hedefleri partinin genel başkanını düşürüp parti içinde kontrollü bir yönetimin göreve gelmesi için hazırlıklar yapılıyor. Hukuk falan engel değil buna. Yazılı kanunlara bile bakan yok! Muhalefet partisini istedikleri gibi dizayn edemezlerse en azından parçalayarak zayıflatma peşindeler. Seçilmiş CHP belediyelerinde suç şebekeleri icat ederek yöneticileri birer birer içeri tıkmaya devam ediyorlar ayrıca.
Son olarak Ekrem İmamoğlu için başlatılan yeni bir soruşturmada casusluk suçlamasına kadar gelindi. Aşikar ki temel mesele olarak giderek sıkışan bir siyaset biçimine evriliyor ülke. Demokratik hakları yok sayan, seçme ve seçilme özgürlüğünü kısıtlayan bir çembere sıkışmış muhaleftsiz bir rejimin güçlenmesi isteniyor. Bu yapılırken öte yandan müzakere adı altında yürütülmeye çalışılan barış süreci kullanışlı bir ayrıştırma mekanizmasına dönüşmüş durumda...
Ortadoğu'da yaşanan bölgesel paylaşma ve inşa sürecinin bizim için nasıl işe yarar bir iç politika malzemesi olacağı bu dönüşümün hangi yönde evrileceğine bağlı.
Daha ötesi dış politikada ABD tarafında konumlanmış bir stratejiye bağlanmış umutlar her türlü yıpranmışlığa çare olacak sanılıyor. Üstelik buna razı olur görünen siyasetçiler bunu bir fırsata dönüştürme telaşında. İktidar kanadındaki ortaklarıyla iyi geçinme görüntüsü kimseye hatta başta Kürt seçmenine bile fazla güven vermese de.
Bu duruma bakarsak Adalet Bakanına göre her şey kuralına göre işliyor denebilir. Suçlu varsa yakalanır, bağımsız mahkemelerde yargılanır... Partiye önce kayyum ataması yapacaklar, bir süre gelişmelere bakıp muhalefet partisinin zayıflamış haline denk düşürüp uygun bir erken seçim tarihi belirleyecekler.
Şimdi bu gelişmelere bakıp, zaten her şey dış odaklı bir proje olarak planlandığı gibi oluyor diyenler de olacaktır. Bu yaklaşımın da getirisi kurulmak istenen rejiminin işine yarayacaktır, böyle bilinsin.
Bir çıkmazdayız düşüncesinin ürettiği çaresizlik ve yılgınlık en çok bunu yaratanları sevindirecektir. Yaratılan güvensizlik teslimiyete dönüşen baştan kabullenilmiş bir yenilgiye zemin hazırlar...Tercih bizlere kalmış. Ya üzerimize atılmak istenen ağın içinde yaklanmış halde kalacağız ya da bu oyunu bozacak cesareti gösterip hayır diyeceğiz.
Kurtuluş tek başına değil sloganı boşuna atılmıyor. Dibe vurduk ama bunun cesaret birikimine yol açtığını, gücümüzü göstermeyi sağlayacağını unutmayalım. Başaramazsak Azerbaycan örneği ortada! Ya o ya da özgür ve demokratik bir Türkiye!
CHP'NİN DURUMU
Sözüm biraz da CHP'ye olacak. Şimdi sırası mı demeyin. Evet tam sırası, çünkü gelinen noktada bitişin eşiğine gelmişsek her şey konuşulmalı.
Dikkat edin iktidar cenahından gelen saldırılarda kullanılan köhnemiş unsurlar sapır sapır dökülüyorlar karşımızda. Aydın örneğinde gördük. Şimdi partinin başına bir zamanlar büyük umutlarla getirilmiş bir Kılıçdaroğlu vakası var. Gösterdiği tavır ortada. Bu adama iki sene öncesine kadar kurtarıcı gözüyle bakılıyordu değil mi? Yenilgiden sonra kurultayda başka bir yörüngeye giren partisine karşı aldığı düşmanca tavır yetmedi, şimdi de iktidarın hoşuna gidecek hazırlıklar peşinde. Partide yıllarca üst görevlerde siyaset yapmışken, atamayla gelmeyi benimseyecek kadar onursuz kalmış biri de onun önünü açıyor...
Bütün bunların CHP'de yaşanıyor olması elbette tesadüf değil. Bir süredir CHP farklı bir tonda siyaset yapıyorsa içindeki bu türden faydasız unsurların eskisi kadar etkili olmamasındandır.
CHP köhne yapıdan nasıl tamamen kurtulur derseniz bu bir çok soruyu barındırır içinde. CHP, baba ocağı deyip kimlerle doldurulmuş yıllardır bilinir. Kendini daha 1980 darbesi sonrası yenileyecek bir ivmeyi yakalar gibi olmuşken elinden kaçırmıştır. SODEP, Halkçı Parti, DSP arayışları boşuna değildir. Bütün bunlar temelde aynı sıkıntıların bir ürünü sayılır. Ama sonunda baba ocağı hep CHP kalmıştır.
Şimdi kökten bir yapısal dönüşümün eşiğine gelinmiş gibidir. Siyaset yapma zemininde değişen koşullar partiyi dinamik bir sürecin içine zorluyor artık. Bunu görüp anlatan da var anlamayan da. CHP şimdi eskiye göre daha demokratik işleyen bir süreçle tabanından başlayıp toplumsal aktivitesini
ve pozisyonunu gözden geçirmek zorunda. Tarihsel birikimini kullanırken yenilenmiş hedeflerle siyaset yapma biçimini daha evrensel bir sosyal demokrat sol kalıba dönüştürecek ya da eski haline saplanıp kalacak.
Yeni bir program ile toplumsal dönüşümün ufkunu belirleyecek ama bir yandan da yapısal olarak buna uygun radikal bir dönüşüme de kapı aralayacak. Delege sistemindeki kötüye kullanımları göz ardı etmeyecek mesela...Kamu eksenli bir planlama gibi ekonomik alternatifler getirecek mesela...
Chp içindeki hurdalaşmış sayılacak unsurlardan kendini temizlerken yaşanmakta olan rejim krizine de bir çare olacak. Türkiye'de sosyalist solun zayıf kalmasından doğan boşluğu dolduracak şekilde kitlesel bir desteği arkasına almış bir sosyal demokrat siyasetin zamanı şimdi. Başarırlar ise Türkiye de kurtulur.
13 Temmuz 2025 Pazar
SİLAHLAR YAKILIRKEN
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan tarihi konuşmayı başından sonuna kadar dinledim. Beklediğim gibi PKK'nın görsel şölen tarzındaki "silah yakma" töreni ülkede büyük bir kesiminde heyecan ve sevince dönüştü. Bu sevinci doğal karşılamakla beraber çoğu kişide olduğu gibi bende de endişeli bir sevinç yarattı hiç şüphesiz. Evet, hemen bu bir kandırmaca ve oyun demeden önce temkinli bir iyimserlikle durumu anlamaya çalışmak lazım.
Dün yazdım, bu noktaya nasıl gelindiğini açıklayacak dış konjonktürü anlatmaya çalıştım. 2009-2015 yılları arasında devam eden barış açılımına Chp gibi bir çok ulusalcı kanat karşı çıkmışlar ve bunun bölünmeye yol açacak tehlikeli bir sürecin başlangıcı olacağını savunmuşlardı. En son Kobani'de yaşanan olaylar neticesinde kimlerin tutuklandığını ve Kürt Sorunu bitmiştir deme noktasına nasıl gelindiğini hatırlayın.
Şimdi Kürt Sorunu siyasi ikbal için yıllarca araçsallaştıran zihniyet Türkiye Yüzyılı müjdesini veren ifadelerin arasına Kürt Siyasi hareketinin DEM kanadını da soktuğunu göre artık derin bir nefes alarak biz de zaferin çoşkusuna katılabiliriz! Kürt sorunu yok diyen Cumhurbaşkanımız yanında Kürt halkının siyasi sözcülerini de alarak, şimdiye kadar Kürtlere yapılan onca haksızlıkları da başkalarının sırtına atarak barış ve kardeşlik önderliğine soyunmuş görünüyor.
Bu sevinci borçlu olduğumuz sayın Devlet bey için hapisteki Öcalan "Atatürk’ten sonra tek devlet adamı var Bahçeli’dir"demiş!
Şaka gibi değil mi? Yoksa bir rüyada mıyım ve oradan mı yazıyorum size, ben de karıştırmaya başladım artık!
Son bir not daha:
Bir zamanlar Kürt Açılımına eskiden ulusalcı damarından tepki veren CHP'ye de akıl vermeye yeltenen bazılarının Özgür Özel'e rol biçmeye çalıştıklarını görüyorum. CHP'deki yeni yönetimin eski hatalarından dönmüş olmasını olumlu bulanlardanım. Bir Kürt sorunumuz hala var. Bu kez DEM parti içindeki farklı eğilimlerin olmasına rağmen CHP iktidarının sağlayacağı olumlu iklimin gelinen silahların bırakılması noktasında daha da etkili olacağını ve asıl beklenen barışçı çözümün ve arzulanan beraberliğin demokratik bir yönetimin iş başında olmasıyla sağlanacağına inanıyorum. Aksi durumda Kürt Türk ayrımcılığın devamını yıllarca siyasi ikballeri için kullanan kesimlere yeni bir fırsat verirsiniz.
Diğer bir sorun ise CHP'nin MHP dışındaki milliyetçi partiler ile kuracağı muhalefet ittifakının Kürt Açılımı nedeniyle yıpranması ihtimalidir. Bunun aşılması o kadar kolay değil gözüküyor. Bu durum yine birilerinin çok hoşuna gidecek. Gördüğünüz gibi önümüzdeki günler ilginç gelişmelere gebe. Altından kalkılması kolay değil. Türkiye olarak bu zor süreci ya demokrasi ile yaşamayı öğrenerek ve diğerkamcı bir zihniyeti öne çıkartarak atlatacağız ya da başımızı daha çok duvara vuracağız...
BUNDAN SONRA?
Şu silah bırakma hikayesi 2009 yılında AKP yönetimi tarafından ilan edilen “Kürt Açılımı” olarak başlayan görüşmelerden sonra 2015 yılında iyice çıkmaza giren sürecin tersine tereyağından kıl çeker gibi kolaycacık nasıl bu noktaya geldi? Binlerce insani kayıplara, milyar dolarlarla ifade edilen harcamalara, heba edilen onca zamana bakıp aklınıza şu soru gelmeli: Ne oldu da size yarım asır düşmanlık yapmış silahlı bir örgütle bir müzakere sürecini başlatıp kısacık bir sürede istediğinizi alıverdiniz?
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin , PKK lideri Abdullah Öcalan’a, örgütü lağvetmesi koşuluyla, “Umut hakkı için başvurması ve TBMM’de DEM Parti Grup Toplantısı’nda konuşması” için yaptığı çağrı ile başlayan süreç nasıl oldu da bu evreye hemen geliverdi sorusunu aklı başında herkesin cevaplaması gerekiyor.
Bir şeyler oldu da nasıl oldu bilmiyoruz diye geçiştirmek mümkün mü bunu?
Suriye'de Esad rejiminin yıkılması ile başlayan işaret fişeği ile ülkenin kuzeyindeki PYD-YPG yönetimini yeni Suriye rejimine entegre etme planlarının uygulamaya dönüştüğünü öğrenmeyen kalmamıştır herhalde.
Bu konsalidasyon projesi ile İsrail tarafını da güçlü kılacak şekilde formüle edilen, Türkiye tarafına da "merak etmeyin size de bir faydası olacak bunun" deyip PKK'ya ayar çekme mekanizmasını ateşleyen, bölgedeki yeni konumlanmaya itirazı engellemeyi başaran kimler acaba?
Bunları yazıldı daha önce de. Yazılanlar apaçık sahnelenen oyunu duyurdu ve artık her şey yerli yerine oturdu. Şimdi bunun iç siyasette semirilmesi ve faydaya dönüşmesi süreci başladı diyebiliriz. Eğer beklenen gibi olursa her iki tarafı da memnun edecek sonuçlardan en önemlisi 23 yıldır iktidarda olanların yüzünün gülecek olması ve bir 5 yıl daha yola devam diyebilecekleri bir seçim zaferini karşılama hazırlıkları diyebiliriz.
Hikayenin hep mağduru olarak kalmış Kürt tarafına gelince, "yılmadık, kazandık" nidaları yükselecek, Cumhuriyetin kurulma yıllarına kadar uzanan bir hesaplaşmayı da hatırlatarak zaferin öteki parçası görecekler kendilerini.
Silahlar susunca elbet iyi olacak. Ama değişmeyenlere bakınca içiniz rahat olacak mı? Kürt kardeşlerimizin refaha kavuşmaları, bekledikleri eşitlik ve adalete kavuştuklarını söylemek o kadar kolay mı?
Elbette bu mücadelenin bir de öteki yüzü var, devam edecek olan. Silahlı tarafın bundan sonra devre dışı kalması demokratik yollarla hak arayışında bir engelin kalkması anlamın geliyor sonuç olarak. Ama asıl mücadele bundan sonra başlayacak demeyi unutmayalım. Bunun için silahların bırakılması ile suça bulaşmış bir mücadele biçiminin rafa kalkmasının sağlayacağı açılım fırsatı kullanılmalı. Bunu yaparken hafızalarda kötü yer etmiş tarihsel karakterlerin ve yapılanların vereceği güven ve itibar zedeliyici duygulara ne demeli? İnsanlığın hafızasını yok sayamaz kimse. Sonuçta başlayan değişimi olumlu bir çizgiye oturtmak ise demokratik bir iklime ve kararlı bir iyi niyet çabasına bağlı.
Ben komplo teorilerini sevmiyorum. Tarihsel değişimin çok katmanlı ve çok yönlü süreçlerden geçerek çoğunluğun iradesiyle oluşan bir yöne evrileceğini ve böyle bir çabanın gücüyle orantılı başarılı olunacağını düşünenlerdenim.
Ama boş bir iyimserlik yerine gerçekçi de olmak zorundayız. Nasıl bir siyasi olgunlaşma süreci bizi bekliyor? Üst üste binmiş hatalar, bağnazlıklar, akla uymayan ısrarlar yerine bunların yerini dolduracak toplumcu sınıfsal bir nesnelliğe oturan, hafıza kirliliğini kaldıracak bir dayanışma ve beraberliği nasıl kuracağız, asıl sorun bu olmalı.
Bunun için her iki tarafın samimiyet göstergelerine bakmalıyız. Ancak dediğim gibi yine de bunu sağlayacak olumlu, demokratik ve hukuka saygılı bir siyasi iklimin olması şart. Yoksa sonuç yine hüsran olacak.
Bu açıdan analiz ettiğimde gelinen noktanın yine de kalıcı bir iyimserlik sağlaması yönünde katkıda bulunacağını ancak bunu engelleyecek çok yönlü tehditler bulunduğunu da hatırlayarak yola çıkmak gerektiğini düşünüyorum ben de.
Türkiye her yönden zor bir dönemece giriyor. Siyasi havadaki sertleşme , yok sayma, hukuku itibarsızlaştırma olgusunu görmemezlikten gelemeyiz. Kısa vadeli hesaplar yerine toplumsal bütünlüğü sürdürülebilir kılacak ekonomik ve kültürel dönüşümü sağlayacak yeni bir paradigmaya ihtiyacımız olduğu çok açık. Yeni bir barışçı ve yapıcı düzlemde Türkiye açısından meselelere odaklanacak bir siyasi bilinci savunmak zorundayız.
GERÇEĞİN PEŞİNDE
Geçenlerde bir televizyon programında dinlediğim siyaset bilimci Sezin Öney'in söylediklerine katılıyorum. DEM Parti paralel bir evrende yaşıyor sanki. Burada söylenenlerden tek tek alıntı yapmayacağım. Her şey biliniyor, ortada. Böyle yapmalarının nedenleri var ve bunu Türkiye'nin bütünselliği açısından son derece akıl dışı, saplantılı ve tehlikeli buluyorum.
Türkiye'de hukuk ve demokrasi anlamında yaşanan bir zor süreçte kendilerince tarihsel bağlam içinde süregelen savunma argümanlarını kullanarak siyaseten bir üstünlük yakaladıklarını düşünüyorlarsa yanılıyorlar.
Bunu Sezin Öney'in dediği gibi "parelel bir evrende" yaparcasına savunarak halklar arasında olması gereken dayanışmayı daha çok riske atıyorlar.
Ortadoğuda sınırlarımızın dibinde şekillenen yeni dengelere ve bunun oyun kurucularına yaslanarak diyalog ve müzakere diye adlandırdıkları mücadele süreciyle övünüyorlarsa yazıklar olsun onlara. Kelimelerimi düşmanca bir tutuma ve dışlayıcı sayılacak bir sertliği varmadan kullanmak istesem de geldikleri nokta ne yazık ki bu.
Böyle olmasının ülkemizde siyasetinin muhalefet tarafını oluşturan dinamikleri açısından açıklanabilir çok yönü var elbet. Bunları sıralamak istemiyorum şimdi. Ama bütün noksanlık ve artıları bir bütün içinde kullanarak toplumun var olma biçimini daha insancıl toplumcu yaşam koşullarına evrilnesi uğruna desteklemek önemli. Bunun yolu da akıllıca ve insaflıca dayanışma yapmaktan geçiyor.
Türkiye halklarının geçmiş tarihsel tecrübeleri bunu şekillendirecek tarihsel deneyimlerle dolu. Zorlaşan dünya konjonktüründe gelecek kuşaklarımız olan evlatlarımıza güvenli, huzurlu bir vatan bırakabilmemiz biraz da bunu idrak etmeye bağlı. Yoksa dünyayı bir savaş riskine atan yaşanan son küresel gerginlikler içinden geçerken yanlış tarafta yer almış oluruz.
Bu bütünsellik içinde, her birimiz aklımız erdiğince tutarlı bir birey ve aydın gibi düşünen insanlar olarak, sığındığımız sahte korunaklarımızdan, bencil konfor alanlarımızdan çıkmalıyız.
Zavallı yoksul kandırılmış insanlarımızı bahane edip toplumu olumsuzluğa itecek negatif tutumlardan kurtulmalıyız.
Herkesin, her görüşten örgütsel birlikteliğin mücadele edeceği, etnik ve dini inanç ayrımını yapmadan, her bir parçanın kendi farklılığını göz etmeksizin yer alacağı, el vereceği yeni bir iradenin savunuculuğuna geçmemiz gerekiyor. Toplumun çoğunluğunun asıl beklentisi budur.
Böyle bir ülke severliği toplumcu dokunuşun elleriyle, hukuktan yana özgürlük ve adalet savunan ve elbette bağımsızlığını her şeyin önünde tutan ilkelerin uğruna sahiplenmeliyiz. Tıpkı eskiden olduğu gibi, tıpkı Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi.
DOĞRU OLAN NE
Gökçer Tahincioğlu T24'deki köşesinde şöyle yazmış:
"İktidarın bölgedeki gelişmeler nedeniyle bu süreci başlatmaya mecbur kaldığı yorumları çok da yanlış değil. Bölge öylesine gelişmelerden geçiyor ki Türkiye açısından, küresel ve bölgesel güçlerin etkisiyle ya da değil farklı adımlar atması zorunluluk haline gelmişti. Sorun, bu adımların atılıp atılamayacağı noktasında düğümleniyordu. Düğüm hâlâ çözülmüş değil."
Evelsi gün televizyonlarda izlettirilen tiyatral tüfek yakma sahnelerinin arkasından Erdoğan'ın yaptığı açıklamalar bir bakıma tarihi sayılacak bir değişimin habercisi sayılabilir, müzakeresiz silah bırakıyorum açıklaması insanda hoşnutluk duygusu yaratabilir baştan, yani buna sevinmiyorum demek anlamsız olur. Ama bunun arkasındaki dış süreçleri, yani Ortadoğu'da gelinen noktaları hesaba kattığınızda aklınıza gelen neden sonuç ilişkilerini gördüğümüzde bu iyimserliğin sorgulanması gerekiyor.
Türkiye Kuzey Suriye'de PKK'dan beslenmiş hatta entegre olmuş Kürt oluşumlarına itiraz edecek durumdan uzaklaştırılmış, bunun karşılığında ise PKK 'nın silahlı bir tehdit olmaktan çıkartılması konusunda kazanılmış adımlar ile bölgede ABD'nin başını çektiği mevzilenme sağlama alınmıştır.
Olayın bu cephesi silah bırakma sürecinin temel tetikleyicisidir. Yoksa hiç bir müzakere, koşul dayatma olmadan kurulacak bir barış denklemi başka neyle izah edilebilirdi?
Türkiye başından beri Suriye'deki Esad karşıtı mücadelenin içindeyken son radikal değişimden sonra, iş birliği içinde olmaya devam ettiği yeni Suriye rejimini zorlayacak bir müdahaleci tavır yerine temkinli bir geri adımı tercih etmiş ve karşılığında kendisine sunulan PKK'nın silahlı saldırganlığının sona erdirilmesi kararını kabullenmiştir.
Bunun iç siyasette zor günlerden geçen Erdoğan yönetimine bir dayanma ve alan genişletme fırsatı vereceğini bilerek öteden beri kafa yoran güvenlik ve strateji bürokratlarının da birlikte hazırladıkları plan uygulanmaya geçirilmiştir. Bahçeli'nin önderlik etmiş gibi göründüğü bu sahiplenme sürecinin perde arkasında böyle bir dinamik olduğunu bilmek lazım.
Kısaca söylemek gerekirse işleyen süreci her noktasında Türkiye gelişmelerin içinde bilerek politik bir tavır alan taraftır. Asıl mesele bu işleyişin siyasetteki fayda tarafını değerlendiren Erdoğan yönetiminin bu fırsatı nasıl kullanacağı ve verdiği sözlere ne kadar uyacağıdır.
Dünkü konuşmasında "Oturduk, konuştuk. Beraber bu yürüyüş için neler yapabiliriz? Bunları konuştuk. Demek oluyormuş. Daha güzel şeyler olacak. İnşallah mümkün olan en geniş katılımla, yapıcı ve kolaylaştırıcı bir yaklaşımla Meclisimizin de bu hayırlı süreci desteklemesini temenni ediyorum.” diyen Erdoğan bu çizgisini hangi somut adımlarla sürdürecek bu şimdilik belirsiz.
Öte yandan kendini demokratik entegasyon şeklinde özetleyen yeni Kürt siyasetinin hangi isteklerle bu politikanın içini dolduracağı da merak konusu.
Anayasal teminat altındaki hukuksal bütünlüğü koruma hassasiyetine saygılı bir tavır mı alacaklar yoksa ayrımcılığı körükleyen faydasız tutumlarda ısrarlı mı kalacaklar, göreceğiz.
Bu samimiyet testlerinden geçerken şunu da göreceğiz: Ülkede güçlenmekte olan CHP önderliğindeki yeni siyasi iklimin başarı koşullarını sağlayacak demokratik bir dayanışmaya göre mi hareket edilecek, yoksa sonu belirsiz açmazlara yol açacak şekilde Erdoğan yönetimiyle ittifak şemsiyesi altında kendilerine bir siyaset alanı açmayı mı deneyecekler?
Umarım ilkini denerler. Yazmaya, düşünmeye devam...
27 Haziran 2025 Cuma
BAY KEMAL OLAYI
17 Haziran 2025 Salı
GEÇMİŞTEN BİR YAZI
Kadın cinayetleri bitsin derken
Bitmeyen kadın cinayetlerinin ardından idam cezasının yeniden konuşulmaya başlanması korkunç. Kadını koruyabilmek için hatırlanacak onca sorumluluğu unutan siyasetçinin idamı savunma noktasında popülizmin yeniden zirve yapması toplum adına ne kadar acınıl(acak bir durum!
Konunun kadın meselesi bağlamında olduğu kadar güncel siyasetin kendine yeni bir istismar ve tehdit alanı açması açısından da önemi var. Hukukun eksiksiz işlemediği, tarafsızlığının tartışıldığı bir rejimde idam kararının uygulanır oluşunun getireceği tehlikeleri düşünmenin tam sırası. Kontrolü siyasi iktidarın eline(insafına) kalmış idam uygulamaları toplumsal gerginliği ne hale getirecektir, tahmin etmek zor değil... Sonuçlarının çok vahim olacağından zerre kadar şüphem yok. Şimdiden ülkenin geleceği için ciddi endişe duyanların tepkisini çekmeli, yoksa gidişata seyirci kalmanın vebali herkes için ağır olacak.
İyi ki Putin var!
Sağ olsun bir dediğimizi iki etmiyor. S- 400 füzeleri için program aynen devam ediyor. İblid'de yapacağını yaptı , ama iş tatlıya bağlandı sonunda.
SU57 uçaklarına hayran kalan Cumhurbaşkanı Erdoğan "Uçuyor mu bu" diye şakadan takıldı. Gazetecilerin merakını gidermek için “Boşuna gelmedik buralara” dedi. Sonra Trump ile de görüştüğünü duyduk. "Dün Putin ile senin kulaklarını çınlattık, onlardan SU57 de alacağız galiba. Sen şu Patriotları bir düşün yine” demiştir herhalde. Artık hangilerini kullanır, hangilerini hangara çekeriz o ayrı bir müzakere konusu. Fırat'ın doğusunda güvenli bölge konusu “taraflar anlaştı” denmesine rağmen yine muallakta kaldı. Sonunda Fırat’ın batısındaki Rus manevrası ABD’nin işini epey kolaylaştırdı. Olan yine bize oldu. Bu kez sınırımıza yığılacak Suriyeli mülteciler sorunu başımızı ağrıtmaya devam edecek.
Babaları işte, çocuklara okul yasak!
Şu Suriyeli mültecilerin kabulü meselesi de insani boyutlarında ziyade pazarlık kozuna dönüşmüş vaziyette. Suriyeli mültecilerin bir rehine olduğunu herkes biliyor. AB ve ABD'ye karşı istediklerimizi alabilmek için kullanılagelen bir koz.
Olan kime oluyor? Mültecilerin perişanlığından tutun toplumsal sürtüşmelerin yarattığı gerginliğe kadar bir yığın sorun dağ gibi yükseliyor. Babaları kapitalizmin can suyu olarak sigortasız ve düşük ücretle çalıştırılan Suriyeli çocukların okullara sokulmadığı bir ülke burası. Türkiye tarihinin en kötü zihniyeti ile yönetiliyor. Umarım bu kötü süreç uzun sürmeden düzlüğe çıkarız.
Kanınız dondu mu?
Benim dondu. Sizin de dondu mu? Kimileri şu nükleer silahlanma konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi düşünüyor olabilir. Milliyetçi huylarımız bazen aynı çizgide buluşuyor diyecekleri kastediyorum. Şaşırmıyorum. Bütün milliyetçilikler aynı kapıya çıkar sonunda. Sende varsa ben de silahlanırım, sen göz koyarsan ben de koyarım diye bir sarmalın içinde döner durursunuz o vakit.
Silahlanmayı değil silahsızlanmayı, savaşmayı değil diyaloğu, saldırıyı değil, müzakereyi ön gören bir dış politikadan uzaklaştıkça bütün milletlerin siyasetçileri bu dünyanın mezar kazıcısıdırlar, halkların başı da belalardan kurtulmaz bir türlü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan dün itibarıyla bir eşikten daha geçti ve sarsılmakta olan tahtının gevşeyen çivilerini gözden geçirircesine nükleer silahlanma kararından bahsetti. Kanınız dondu mu? Benim dondu. Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını 1980'de imzaladı. Türkiye her türlü nükleer infilakı yasaklayan Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması'na da 1999'da imza attı.
Ne olacak demeyin. Söylenen söz Türkiye için çok önemli. Yapacağından değil, kimse ciddiye almaz deyip boşa alınacak bir çıkış değil bu. Söylem olarak kalsa dahi tehlikeli bir yere sürüklendiğimizin işareti olarak önemli.
Yaz biterken rehavet de bitsin artık
Zaten öyle olacak. Siyaset ısınıyor, ısınacak. Erdoğan'a verilen desteklerde ciddi bir azalma var ve o bunun hesabını yaparak atacak her adımını. Atarken de hepimizi, herkesi gerecek.
16 Haziran 2025 Pazartesi
KONUŞMAK ZORUNDAYIZ
Yaşadığımız günlerin iç açıcı tarafları can sıkan taraflarından ağır basıyorsa bilin ki umutlu omak zorundayız demektir.
Kendini aydın ve sanatçı konumunda sayanlardan ziyade, sıradan insanlarda gördüğümüz beklenmedik çıkışların daha umut verici olduğunu düşünüyorum- hatta bütün teorileri sarsma pahasına...Geçmişteki tahminlerin ötesinde alışılmamış, çoktandır yaşamadığımız tepkisel sosyal bir atakla karşı karşıyayız şimdi.
Son bir aydır olanlar da gösteriyor ki bundan sonra toplumsal taban diye isimlendirdiğimiz, içini tam göremediğimiz kitlesel güç, bilmediğimiz ya da henüz adını koyamadığımız bir momenti yakalamış durumda.
Bunun olacağını kestiremeyenlerin şaşkınlığı ise başka anlamları çağrıştıracak şekilde kitlelere artık çıktıkları yolun doğruluğunu öğretiyor.
Bu da yanılgıların tazelenmiş yargılarla yer değiştirdiği anlamına geliyor. Toplumdaki ilginç dayanışma örneklerinde gördüğümüz canlılık bunu gösteriyor.
Benim gözden kaçırmamak adına belirtmek istediğim, aslında işin teorisini akademisyenlere bırakmak istediğim bir kaç husus var.
İllki şu: Eskiden olsa CHP, sosyal bir patlama yaratacak ciddi gerginlikler olduğunda tabanını sokaklara dökecek bir tepkiden oldum olası kaçınırdı. CHP 'nin o tanıdık malum paradigması (müesses nizamın korunması) böyle durumlarda aman "düzen bozulmasın" kaygısını her şeyden önde tutardı. Şimdi bu sınır aşıldı.
Yerel seçim
Nedenlerine girmeyeceğim ama sonuçta bütün meseleyi düzen bozucu görünmemek olarak anlayan bir muhalefet tarzı ile çözmeye çalışmak bu gün tarihe gömüldü. Çünkü başka türlü olmuyor. Hatırlayın, artık CHP sokakta, eylem alanında, tarlada, traktör üstündedir.
Yerel seçim galibiyetinden sonra kazandığı moral ile ikidara barış elini uzatan CHP gitmiş, tabanının tepkisine kulak veren, toplumsal tepkileri parti, dünya görüşü farkı gözetmeksizin ömemseyen birliştirci bir iradenin önünü açan, hatta eylemlerin meşruluk sınırlarını güvence altına alacak şekilde disiplini sağlayan, kürsü siyasetinden eylemlik siyasetine evrilen bir parti olarak göz dolduran bir CHP gelmiştir yerine.
Ortadoğu politikaları
Bu başka deyişle CHP şimdi eylem üzerinden iktidara yürüyen güçlü bir alternatif çözüm sayılırken kendi içinde örgütsel dönüşümü de sahici sınırlar içinde oluşturacak bir bilinç ve öngörü potansiyeline sahiptir. İkinci önemli husus budur.
Kendisine umut bağlayan tabanın çok seslilik içinde şekillenmiş irade biçimi parti içinde halka yakın bir duruşun tohumlarını ekecektir kaçınılmaz olarak.
Parti içine bu durum kamucu bir zihniyetin siyasal ilkelere de yansıyan yeni program açılımı olarak canlanacaktır.
Üçüncü olarak ise şu: Ortadoğu ve Suriye'deki yeni oluşumların iç siyasette dolaylı yoldan yarattığı fırsatları kullanmak adına iktidarın yeni rol alışları, bilindiği üzere PKK'nın silah bırakmasına varan bir dinamiği de ateşlemiştir.
Bu değişimin Cumhur İttifakı ile ona uyumlu yaklaşan kürt tarafı arasında başlattığı diyalag süreci, taşıdığı risklere rağmen bundan sonra istismar edilmeye müsait "PKK Terörü" konusunu gündemden en azından şimdilik çıkarmışa benzemektedir.
Bunun ise hem Türkiye Kürt siyasetinde hem de CHP eksenli demokratik muhalefet üzerinde çok yönlü etkileri olacaktır.
Bir kere bu durum, Cumhur İttifakının gözünde demokrasi ve özgürlüğü savunan muhalefetin kürtlerle bağını koparmasına yol açabileceği gibi-ki iktidar kanadındaki asıl hesabın bu olduğunu düşünüyorum- tam tersine, Kürtlerin barışma ve anayasal temelde eşit vatandaşlık istekleri üzerine yaşatmaya çalıştıkları mücadele ile CHP'nin destekleyeceği yeni bir demokratik ittifaklaşma sürecini de zorlayacaktır.
Bütün bu olasılıkları önümüzdeki günlerde daha kapsamlı olarak tartışacağız. Son olarak bundan sonra geriye kalacak son müşterekte birleşmenin her türlü tehdit ve düşmanlaştırma baskılarına rağmen çekilen tarihsel sancılara çare üretecek tek olumlu sonuç olacağını düşünüyorum.
TAŞRA VE KASABALILIK ÜZERİNE
Yazmak istemezdim ama olmuyor. Sosyal medya üzerinden yazmak çoğu kere bir işe yaramaz. Sizi fenomen yapan iletişim komedisinin bir parçası değilseniz benim yaptığım gibi anı defterinin sayfalarına içinizi dökmekten başka çareniz yok demektir.
Sosyal medyayı olduğu gibi kabul edip kendime yazılar başlığı altında yine bir kaç satır yazayım istiyorum. Amacım ülkemizde yerel gazeteciliğin "iflas" etmiş olmasını ciddiye alarak biraz kelam etmek istemem sadece.
Taşrada yaşamanın en zor yanlarından biris de yazmayı ve haberciliği seven birinin bu konuda yaşadığı çaresizliklerdir. Bu yerel gazete okurluğunun giderek yok olmasının tabii sonucu sayılsa da bireyin taşralılık sınırlarına dayanmış acınası halinin bir hikayesidir.
Çok güçlü bir şair, çok iyi bir ressam, çok başarılı bir öğretmen, çok yetenekli bir müzisyen olabilirsiniz ama eğer hayatınızı taşra ölçeğine mahkum eden koşullara razıysanız hayalleriniz ile gerçekler arasında sıkaşarak ömrünüzü tüketir durursunuz.
Bu bizim gibi ülkelerde daha bariz yaşanır. Taşrada özgür değilsinizdir, yaratmak istediğinizin volümüne ayak uyduracak insanlar olmayınca hoşlarına gitmediğiniz veya ürküttüğünüz çevrelere yakalanmanız ve itibarsızlaştırılmanız çok kolaydır.
Bu nedenle taşra aydını veya sanatçısı kendini daha fazla tehlikede hisseder ve içe kapanmayı tercih eder. Daha az insanla konuşur, daha fazla kendini içkiye kaptırır. Ve genellikle adı öldükten sonra duyulur. Kitapları, çalışmaları geç fark edilir. Sonuç tarih boyunca hep böyle olmuştur. İsterseniz isim de verebilirim.
Taşralılık kötü bir yazgıdır. Kolay aşınmaz taşlarla örülmüş dar bir çembere mahkum eder sizi. Yani kısacası taşradan kopmadan taşra ile mücadele etmek neredeyse imkansızdır.
Neden yazıyorsun bunları diyenlere kötü bir haberim var. Hiç yaşadınız mı taşrada?
15 Haziran 2025 Pazar
TÜSİAD'DAN SON HAMLE
İçinizden geçiyordur belki, "Akın sen Ayvalık'da şiirini yazmana bak, denizin ve yeşilin tadını çıkar, sana ne TÜSİAD'dan" diyebilirsiniz...Ama ülke bu haldeyken yani güneşin önüne bulut, ağacın dibine de balta düşmüşse gel de oyalan hiçbir şey umurunda olmadan...
O halde aynı minvalde yazmaya başlayalım yine...
TÜSİAD anladığım kadarıyla bu kez dersini çıkarmış ama yine de sözüm var ciddiyetiyle kaygılarını ve şartlarını sıralamış:
"Ekonomik büyümenin bir miktar yavaşlamasını kabullenmeliyiz.
Özel sektörde ve kamuda kaynakları verimli kullanmalı ve harcamaları kontrol altına almalıyız.
Enflasyonist olmayan adil vergilendirme yapmalıyız.
Ve en önemlisi beklentileri olumlu yönde geliştirmeli ve ekonomik dalgalanmalar yaratmamalıyız, aksine istikrarlı bir ortam için alan açmalıyız.
Aras ayrıca, "Toplumsal refahı arttırmak, hayat pahalılığı sorununu çözmek, gelir dağılımını düzeltmek için mutlaka enflasyonu düşük tek hanelere indirmeliyiz. Düşen enflasyonun yarattığı güven ortamı ve artan verimlilik yeni dünya düzeninde ülkemizi üst sıralara taşıyacaktır" demiş...
Eh pek kızdıracak laflar etmemiş sayılır ...
Ben iktisattan anlarım demeyeceğim ama diyeceklerim var elbet bunlara.
Ekonomik büyümenin yavaşlaması alıştığımız, epeydir tanık olduğumuz bir tavsiye. İktidar zaten bunu yürütmeye çalışmıyor mu bir süredir. Bu daha az yatırım demek. Kısıtlı paranın doğru ellerin kontrolünde olması ise fiyatlarda talep baskısını düşürmek...Karşılığı daha fazla işsizlik ve iş yerlerinde artan iflas demek.
Bunu yapmak için kaynakları kar getirmeyen( ki buna verimsizlik diyorlar) alanlar yerine işini iyi bilen büyük sermaye erbabına yönlendirneli. Bu ise krizden tekelleşerek büyüyen sermayenin ekonominin tek sahibi olması demek...
Altta kalanın canı sıksın, küçük ve orta ölçekte işletmelerin ruhuna fatiha!
Bu işsizliğe yol açar, onu siyasetçi düşünsün, bana ne!
Enflasyonist olmayan vergilendirme istemek ise iki yüzlülüğün ta kendisi. Gelirine göre vergi matrahınına enflasyon farkı ayarlaması yaparak daha az vergi ödemek. Sevsinler seni...Uyanık.
Vergi yüknün yüzde 70'ni omuzlamış vatandaştan enflasyon dinlemeden dolaylı yoldan tahsilatını yap ama bana gelince yükümü enflasyon kadar azaltılmış reel gelire göre hesapla. O ne ala!
Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Yani daha önemlisi diye vurgu yapılan mevzuya. O da şu: Beklentileri olumsuz yönde etkileyecek ekonomik dalgalanmalardan kaçınma hatırlatması aslında piyasaları ve döviz dengesini alt üst edecek siyasi tepkilerden uzak durunuz demek. Ne demek istediğini geçmişte daha açık cümlelerle izah eden TÜSİAD bu kez dersini almış uslu çocuk edasıyla akıllı davranmış gördüğünüz gibi.
Sonrasını okumak ve yorum yapmak gereksiz. Refah artışı , gelir dağılımı dengesi, düşük enflasyon ve sağlanacak güven ortamı ile gelsin oylar pardon paralar diyen Mehmet Şimşek'in vaatlerini zaten biliyoruz. Bu konuda yönetimle ne güzel anlaştıklarına itiraz edenin dili şişsin!
KÖTÜ GİDİŞE DUR DEMELİYİZ
NASIL BİR GELECEK BEKLİYORUZ
Dün paylaştım. Birgün Gazetesinin başlığı Sarayı muhalefeti bölme hesapları üzerineydi. Yazı uzun. Bilmiyorum okuyabildiniz mi? Aynı gün arkadaşım Mehmet Enver Altın 'dan bir roman incelemesi geldi. Avusturyalı bir yazarın eserine aitti. Yaşadığı dönemin sıkıntılarına boyun eğmeyen bir karakterin ülkesinin durumuna eleştirel bakışıyla ilgili. Joseph Roth'un İmparator Mezarlığı romanı bana çok ilginç geldi. Mehmet gönderdiği yazının başında şöyle bir alıntı da yapmış:
"Metternich rejimi, kendisini çevreleyen saray, ordu ve bağlı bürokrasisi ile halkta anarşi yılgınlığı yaratarak Ulusal Muhafız ve Halk Komitelerini dağıttı. İzleyen bir kararname ile Anayasa ve Seçim yasası askıya alındı. Etrafına iyi eğitilmiş, yeniden örgütlenmiş Avusturya ordusu ile Radetzky gibi karşı devrimciler, başları üzerinde dam yanarken, teorik safsataları tartışan ilerici güçleri ezip geçtiler. Almanya’da Devrim Karşı Devrim, F. Engels, Birlik Yayınları, Şubat 1975 "
Metternich rejimini dönemin Fransız ihtilali ile başlayan milliyetçi akımlara direnen monarşinin son çırpınışları diye düşünün. Avusturya imparatorluğunda başbakanlık yapmış bir isim. Yapılan alıntıda verilen özetin Türkiye ile benzerliğini kurmakta hiç zorlanmadığınızı tahmin ediyorum. Tam olmasa bile andırıyor değil mi?
Farklı günlerden geçiyoruz derken gelecekte nasıl bir ülkede olacağız sorusunun cevabını arıyorum boyuna.
Yapılmak istenen ana muhalefetin halkın itiraz sesini yükselten bir temsiliyeti üstlenmesi üzerine demokratik sürecin toptan askıya alınmasından ibaret.
Birgün'deki yazıda da özetendiği gibi 1980 darbesinin komutanlarının açtığı yolda ilerleyen bir demokrasiyi yok etme süreci hayatın bütün akışına müdahale olarak karşımıza dikilmiş durumda. Seçilmiş belediye başkanlarını yargısız infaz yaparcasına gözden düşürmenin, seçilmişlere yapılan haksızlık kadar onları seçenlerin iradesine bir darbe olduğunun herkes farkında. Yani artık başımızdaki rejim bize ya itaat edersiniz ya da size söz hakkı -buna oy hakkı da diyebilirsiniz- tanımam ısrarında.
Monarşinin artık tarih olmuş direnişini andıran, şimdiyse başka bir çerçevede kurulu düzenin değişime karşı çıkışıdır bu. CHP gibi ülkenin en eski partisini kapatmaya varacak kadar gerçeklerden kopmuş bir planın esareti altındayız şimdi.
Olacak olanları bu gerçeğe odaklanıp yorumlayarak aklı başında herkesin bu duruma seyirci kalıp kalmama arasında bir tercih yapması lazım.
ÇIKMAZDA MIYIZ, YOKSA BİR IŞIK VAR MI?
Son derece vahim sonuçlar üretmeye müsait tarihi bir evreden geçtiğimizin farkında mısınız?
Ülke sadece ekonomik göstergeleriye maddi anlamda bir tehdit altında değil, bunu yaşarken zihinsel bir tepetaklak gidişin olduğunu da görmek gerekiyor. Bunu hukuk, siyasi etik ve ahlak açısından herkesi tedirgin eden son tutuklama görüntülerini hatırlatmak amacıyla söylüyorum.
Sorunun çözümünü asıl güçleştiren durum bu.
Elbette asıl gereken koşul demokrasinin olması. Ama bizler ezelden beri ne kadar demokrasi ile yaşadık ki? Asıl sorun demokrasi sandığımız olgunun göstermelik olmasının farkındalığı.
Bunun yarattığı umutsuzluk toplumsal devinimi kısırlaştırıyor ve düzenini bu yapıdan beslenerek güçlendiren bir otokrasiye mahkum bırakıyor.
Ama bu durum hemen olmadı, hatta son 23 yılın eseri olarak karşımıza dikilmedi. 1980 darbesini yaşayan zamanın genç kuşakları hatırlayacaklardır, ülkece demokratik hakların törpülenmesi bundan sonra olacak olanlara yıkılmaz bir kötü miras hazırladı. "Her şey sermaye için, kahrolsun liberalizm düşmanları" diyerek devlet zoruyla hukuk ve emeğin hakları törpülendi. Siyasetin ruhunu kapitalist sömürüye tamamen teslim etmesi o anda başladı, yok edilmesi için solun üstünde tepindiler. Sonunda olacak olan buydu.
Adil bir gelir dağılımını ve üretimin bununla paralel artmasını beceremeyenler hem sınıflar arası hem bölgeler arası eşitsizliği çoğaltarak, kullandıkları ayrımcı enstrümanları da zamanlamasını iyi yaparak siyasi yapının üstüne boca ettiler. Zihinleri bulandırırarak etnik ve dini gruplar arasında aşılması güç toplumsal duvarlar örüldü. Bunu siyasetin sürdürülebilirliği açısından rasyonel bir çözüm gibi kullandılar. Tek tipleştirme ve itaat kültürüne dayalı bir eğitim modeli ile de bunun toplumsal dayanağını yaratmaya çalıştılar.
Buradan çıkan sonuçlardan biri, güçler ayrımının olmadığı bir kurumsal çürüme, ikincisi çalışanı ve emeklisi ile mağdur bırakılmış bir toplum, üçüncüsü geleceğin güvencesi olacak çok yönlü güçlü bir üretim alt yapısı ve toplumsal refahı besleyecek güçlü bir ekonominin noksanlığı.
Bütün bunların siyasi farklılığı yansıtan taraflar arasında çoğulcu bir yaklaşımla özgürce tartışılması ve demokratik mücadele içinde çözümün bulunması gerekirken normal olandan uzaklaşılması endişe vericidir. Bu savrulma her açıdan çözümsüzlüğü, tıkanmayı da doğurmakta. Siyasetin ve ekonomik hayatın bütün katmanlarına sıçrayan keyfilik, ortaklaşmadan uzaklaşma, aykırılık süreçleri ile artan zıtlaşma toplumun yönetimi açısından sorunu derinleştirmektedir.
Toplum olarak itaat ve korku arasına sıkışmış haldeyiz. Kendini kollamak ve gelecek tehditi göze alamamak adına oluşan davranış şekli her toplumsal kesimde kendini gösteriyor. Amirinin gözüne girerek terfisini güvence altına alan memurdan tutun, en üst kademedeki bürokratına kadar devlet içindeki her yapıda bu kendine göre şekillenmiş çarpık düzenleşmenin yerleştiğini görürsünüz. Kuralların kuralsızlaşması diyebileceğimiz bu durum devletin kurumlarına olan güvensizliği her alanda yaratarak, düzenin kendisi bir itaat dayatması olarak rejime biçim veriyor.
Bu türden sistemlerin tarihselliği her detayda benzerlikler taşır. İçinden geçtiğimiz küresel ve bölgesel sıkıntıların ağırlık merkezi, başka deyişle mihveri sayılacak kapitalizmin varoluş kavgası geçtiğimiz bu zorlu süreçte ne kadar halkların huzura kavuşmasına elverişli koşullar yaratıyor, ondan emin değilim.
Aksine bir tezi savunmak aklınızdan geçmemeli. Ancak, demokratik geleneği zayıf bir geçmişimiz varken, üstümüze yüklenmiş böyle bir rejimin altında ezilmeye devam edecek miyiz yoksa bir çözüm yolu bulabilecek miyiz? Bundan emin olmak istiyorum.
Burada yaşadığım çekince idrak etmek ile eylemlilik arasındaki farkın açılmasından duyulan bir endişe .
En son örnekte İzBB ile DİSK'e bağlı bir sendika arasında yaşanan anlaşmazlıkta görüldüğü üzere kitlelerle bağını tam kuramamış, örgütsel bütünlüğüne emek tarafının sesini katamamış bir sosyal demokrasi ne kadar sahicidir sorusuyla hesaplaşmak zorundayız.
Siyaset yapmanın ve katılımcı bir demokrasiyi inşa etmenin bütün zorluklarını anlayarak yapılabilecek olanın en iyisini bulmak hepimizin görevi olmalı.
Turkiye'mizi bu çıkmazdan kurtaracak yolları sağ duyulu ve çağdaş toplumcu bir modelle ve demokrasiyi de inşa ederek bulacağız.
30 Mayıs 2025 Cuma
KÜRT SORUNU: DEVAM MI TAMAM MI?
Kürt Sorunu bitmiştir savunmasını sürekli yapan AKP İktidarı şimdi bu sorunu kapalı kapılar ardında üstelik büyük ölçüde küresel dostlarının adını koyduğu koşullar dayatması altında yeni bir aşamaya taşımış bulunmakta. "Gözün aydın" dercesine sunulan bu müjde "Terörsüz Türkiye" sloganı olarak kullanışlı bir takdir toplama mekanizması haline getirildi. Kimsenin itiraz etmemesi gereken ve amaç olarak çok doğru sayılacak bu slogan ne yazık ki hazırlanmış algı oluşturma tuzağı olarak çoğunluk nezdinde tedirginlik ve şüpheyle karşılandı. Bildirge de başında bu şüpheyi doğurucak tarzda yazılmıştı:
"Partimiz PKK; kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı. Doğuşunda reel sosyalizmin etkilerini yaşadı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini benimseyerek, silahlı mücadele stratejisi temelinde meşru, haklı bir mücadele yürüttü."
Böylece silahları bırak çağrısına uyan silahlı örgüt yıllardır yarattığı şiddeti bir hak mücadele stratejisi olarak benimsediğini itiraf ediyordu. Üstelik bunu "self-determinasyon" hakkı olarak meşrulaştırıyordu. Yani başından beri savunulan amaçlar doğrultusunda bir mücadele yürütülmüştü. Bundan zarar gören toplumun çektiği acılar, kendilerine göre kaçınılmaz olan şiddetin yanında küçük bir ayrıntıydı ama bildiride bu konuda tek bir özür dileme ya da pişmanlık duygusu yoktu.
Bildirinin ilerleyen satırlarında bu niyet apaçık ortadadır. Lozan öncesi Sevr şartlarına dönülmesi, Kürt halkını dışlayan 1924 Anayasanın hazırlanış nedenlerini ve koşullarını bu gözle değerlendirme arzusu bildiride geçen "Ortak Vatan" savunmasını gölgeler niteliktedir. Kaldı ki Öcalan'a referans alınarak savunulan Sevr şartlarının tek vatan ilkesi ile yakından uzağa bir ilgisi yoktur ve olamaz. Maalesef bildirideki bu çarpıklık DEMP yöneticileri tarafından da görmemezlikten geliniyor:
"Önder Apo Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşmasının ve 1924 Anayasasının öncesini referans alarak, Ortak Vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu Demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve Demokratik Ulus anlayışını Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak benimsedi."
Silahların bırakılması anlaşan tarafların arasında aynı bakış açısıyla değil farklı görüş ve beklentilerle gerçekleşiyor. Böyle olunca da birinin "teröriste diz çöktürdük" söylemi karşı tarafta bir zafer edasına dönüştürülüyor:
"52 yıldır Önderlik ve PKK yürüyüşüne büyük bedeller pahasına katılarak, inkâr ve imha siyasetine, soykırım ve asimilasyon politikalarına karşı direnen onurlu halkımız, barış ve demokratik toplum sürecini daha bilinçli ve örgütlü biçimde sahiplenecektir."
Hatta daha ileriye giderek halen mevcut anayasal şartlarda faaliyet gösteren Kürt siyasetinin bundan sonra "Kürt demokratik uluslaşmasını" hedef alacağı aşağıda apaçık ifade ediliyor. Bu halkların demokrasi mücadelesinin bir uluslaşma sürecinin parçası olduğunu gösteriyor:
"Bu temelde Kürt siyasi partilerinin, demokratik örgütlerinin, kanaat önderlerinin Kürt demokrasisini geliştirme ve Kürt demokratik uluslaşmasını sağlama yönündeki sorumluluklarını yerine getireceklerine inanıyoruz."
Sevr şartları savunmasına dayalı tarihsel mücadele, örgütün geçmişten devr aldığı bir miras olarak kabul edilirken, bu tarihi direnişin demokratik siyaset yöntemiyle devam edeceği ve güçleneceği söyleniyor:
"Mücadele ve direniş ile geçen özgürlük tarihimizin mirası PKK 12. Kongresi kararlarıyla birlikte demokratik siyaset yöntemiyle daha güçlü gelişecek, halklarımızın geleceği özgürlük ve eşitlik temelinde gelişme gösterecektir"
Şimdi soruyorum, bütün bu okunanlardan sonra Türkiye'de Kürt sorununu çözmeye ne kadar yakınız? Bu yaşananlar yoksa bir senaryo mu? Karşılıklı tarafları memnun edecek bir kazan-kazan politikası mı?
Karşılıklı söylemlerine bakarsak sorununun esas unsurları üzerinde bir mutabakatın olmadığı aşikar iken tarafların bir başarı varmış gibi konuşmaları garip değil mi? Çözüme yakın olduğumuzu söylemek mümkün mü?
Sansürttürme Şair Abüüü...(*)
Dün akşam sansürlü bir geceye denk geldim. Mehmet Y. Yılmaz'ın kulağı çınlamıştır herhalde ben böyle bir türkçeyle konuşuyorum diye. Ancak hanginiz uykuda yakalandı, bilmiyorum o kadarını, ben o sırada uyanık vaziyetteydim ve olan biteni gördüm. Gece yarısına kadar sürdü. Uykuda sayıklamaktan bahsetmiyorum, apaçık gördüm diyorum size.
Televizyonun kumanda aletinde basmaya alıştığım düğmelerine dokununur dokunmaz fark ettim ki bir tabiat dersi geçidi var ekranda! Evlere şenlik yağsın diye hazırlanmış bir program. Doğal olarak yani. Hani bizim kaynamış suya attığımız bitki çayı poşetinden imal ettiğimiz türden.
Aman allahım o ekranda ne güzel görüntüler şeyleşiyor öyle? Dünyamız ne güzelmiş meğer? Çiçekler, ovalar, akarsular! Seyretmeye doyamıyor insan. Bir ara reklam saatine denk geldim her halde diye düşünüyorum, hatta kolumdaki saate bakıp kontrol ediyorum, yahu şimdi reklam saati değil daha açılır açılmaz. Yoksa ben kumandada yanlış tuşlara mı bastım diyorum afallamış halde. Hayır doğru kanaldayım, bizim bu gece seyredeceğimşz Sansürsüz yazıyor menüde. Of aklım karıştı birden. Ama sonra fark ettim ki bu izlediğim başka bir program, program dışı bir şey yani!
Durumu anlamaya çalışıyorum anlayacağınız, ancak seme haldeyim. O da ne demeyin, bakın sözlüğe. Kafam epey bozuk, ekran altında kayan yazılardan okuduğum duyuru her şeyi aydınlatıyor bize. Evet sayın seyirciler bu gece saat 20'de bizim izlemeye hazırlandığımız program sansür nedeniyle iptal! Duyduk duymadık demeyin! O ne diye fırlayan gözlerinizi görür gibi oluyorum. Bende de oldu, oradan biliyorum. Sonra hatırlıyorum ki bizim kanal ceza almış yine! Bu kez para cezası değil, huzur kesintisi. Resmen yayın durdurma, biraz ani oldu yani!
Biz severek lzlediğimiz Halk TV 'den haberleri öğrenirken meğer bizi bu sırada kin ve öfkeye sokmaları hasebiyle, falanca kanununun filanca maddesi gereğince programın yayacağı zararlardan korunmak, güvenliğimizi temin etmek amacıyla...küçükler anlamasın, zarar görmesinler diye böyle ağdalı konuşuyorum... bizim gece keyfimize nazar değdi, ben sağ siz selamet, yasaklanmış bizim kanal...Tam da sansürsüz programına isabet etmiş, rastlantıya bakın!
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ağzımdan kelimeler saçılıyor, seme bir haldeyim! Kusura bakmayın!
E... ne olmuş diyenlerizi duyar gibiyim. Şaşırdın mı demeyin allah aşkına! Şaşırdım elbet. Benim de kalbim var, ben de bir insanım. Üzerime gelmeyin o kadar...
( *) Akgün Akova'nın şiir kitabı.
24 Ocak 2025 Cuma
İLİKLERE İŞLEYEN BAŞKA BİR SOĞUK
Aklım yanan otelin bitişiğinde kayak alanındaki görüntülerde bir yandan da. Yangın olup bitmiş ölen ölmüş, eğlenmeye devam dercesine başkasının acısına yüreğini kilitlemiş keskin bir umursamazlık iliklerimizi donduruyor!
Sadece bu değil elbet...
İnsanlar cayır cayır yanıp dualarla yolcu edilirken arkasından sorumlular hakkında süregelen akıl almaz tartışmalar da kanımızı donduruyor.
İktidar medyasında başlayan çirkin iftiralar komedi düzeyinden çıkıp bir trajediye evriliyor.
İlgili bakanın yangından hemen sonra yaptığı açıklamalar ölenlerin yakınlarını teskin edeceğine toplum vicdanını yaralayan, tamamen kendisini korumaya yönelik suçlamalara dönüşüyor. Arkasından da olayın tek suçlusu yangına yetişen itfaiye müdürü ve bağlı olduğu belediye başkan yardımcısı oluyor.
Uzaktan bizim ülkemizde olup bitenlere bakanlar hakkımızda nasıl bir not veriyorlardır acaba?
Ben utanıyorum; sebep olanların görevini yapmayıp başkasına çamur atmayı marifet sayanların bulundukları mevkileri kirlettiklerini ve suç işlemeye devam ettiklerini düşünüyorum. Onlar kamu vicdanında yargılanırken devletin kurumsal gücünün de bu vicdanı temsilen görevini yerine getirmesini bekliyorum. Normal olanı budur. Ama gelin görün ki hala suçluyu yakalama değil suçlu yaratma telaşında olan bir zihniyet ile karşı karşıyayız!
Bu anomali ile yaşamamız mümkün değil.
Çözümü idrak edecek kararlı bir iradenin sesini çıkarması olanlara seyirci kalınmaması gerekiyor. Türkiye bu hendekten atlamak zorunda...
HERŞEYE RAĞMEN...
Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum. BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...
-
Aklım yanan otelin bitişiğinde kayak alanındaki görüntülerde bir yandan da. Yangın olup bitmiş ölen ölmüş, eğlenmeye devam dercesine başka...
-
Dünyamızın ve elbette ki ülkemizin başında bir Donald Trump heyhulası dolaşıyor. Daha şimdiden dünyada alarm zilleri çalmaya başladı bile. T...
-
Aşağıdaki adamın fotoğrafı gece uyumadan önce bakılacak bir görüntü değil hiç şüphesiz! Ama bu Pazartesi gecesi TS itibariyle 20'de ba...
