5 Ekim 2021 Salı

Tuhaf ama gerçek!

 Çok farklı bir Dünya'da yaşadığımızı dün sosyal medya devi Facebook'ta ve aynı anda Instagram ve WhatsApp 'da yaşanan sistem çökmesi ile daha belirgin olarak anlamış olmamız lazım. Sosyal medyanın kullanım olarak   muazzam bir genişliğe kavuşan bu üç uygulamasındaki  4 saatlik duruş milyonlarca insanın aynı anda derin bir sessizliğe gömülmesine yol açtı dün gece. Nasıl farklı bir dünyada yaşadığımızı elimizden bir anda kayıp giden değerli bir kristal vazonun tuz buz olmasına bakar gibi anladık birden. Oyuna paydos der gibi! Ama bu sadece bir oyun değildi ki...


Evet biliyorum, sosyal medya uygulayıcısı firmaların hayatımız üzerine abanmış hallerini, bundan nasıl yararlar sağladıklarını, nasıl korkunç kazançlara sahip olduklarını söyleyip sevinenler de vardır mutlaka. Haklı olarak...İşin arka yönündeki ekonomi politik inkar edilemez bir gerçek olsa da ister istemez onsuz yapamadığımız, soluduğumuz hava kadar içimize girmiş bir iletişim ağının içinde yaşamaya devam edeceğiz. Bütün olumsuzluklarına, istismarlara rağmen böyle bir vazgeçilmezliğe bizi zorlayan yaşam biçimlerine sokulduk uzun bir süredir.

Bundan hoşnut olmak kadar tedirginlik duymak, hatta öfkelenip karşısında durmak bile haklı nedenlere sahip. 4 saat süren kesinti sırasında çaresiz kalan dünyanın uzak bir ucuna anında erişip, üstelik görerek haberleşmek için bekleyen insanların mutsuzluğunu düşünün örneğin. Ders verdiği öğrencisine erişemeyince  o günkü kazancını nasıl telefi edeceği için kahırlanan bir yabancı dil öğretmenini  aklınıza getirin. Örnekler o kadar çoğaltılabilir ki...


Tuhaf bir gerçekliğin farklı dünyasına o kadar hızlı bir şekilde uyum sağladık ki, bunu yorumlarken yıllardır bu işlerle uğraşan biri olarak, anlasam da açıklamakta zorlanıyorum. Tekrar ediyorum, çok başka bir dünyadayız artık. Adına ne denirse densin, kimsenin dışında kalmayacağı bir başka beraberlik, yakınlaşma biçimi bu. Elektrik, su, doğal gaz gibi temel ihtiyaçların içinde sıralanan, onsuz hayatımızın zorlaştığı, hatta anlamını kaybettiği, hayallerimizi yaşatan, cesaretimizi çoğaltan, yalnızlıktan kurtaran bir boyuta bürünmüş bir yeni güç bu. Sevsek de sevmesek de.

20 Eylül 2021 Pazartesi

Atatürkçülükten anladığım

 Farklı siyasi kanatlardan  Atatürkçüyüm diyenlere karşı değilim, herkesin kendini tanımladığı başka bir Atatürk olması doğal. Şimdi Atatürk'e düşman sandıkları, liberal diye küçümsedikleri kimi aydınları Atatürk'e yaklaşımları değişti diye tiye alanlar, dışlayıcı davranan bazı tipler var. Eleştirsinler, ama karalayıp haksız yakıştırmalar yapmalarını ayıplıyorum.Atatürk'ün değerini anlamak,onu doğru yorumlamak  kimsenin tekelinde bir çaba sayılmamalı. Atatürk'ü sadece belirli sıfatlar yükleyerek tek bir siyasi kategoriye sokarak anlamak zor. O tarihi bir sürecin kahramanı ve toplumu ileriye taşıyan bu sürecin içinde rol alan tüm etkenlerin toplamıdır.Bu yüzden hala bir çok özelliği ile Atatürk, yarını yaratmak zorunda olan bizleri  yan yana getirebilen,  karşılıklı düşünmeye zorlayan bir güce sahiptir.Bunun değerini anlamak lazım.Kimse beğenmediğini Atatürk üzerinden,onu kullanarak dışlamaya kalkmasın.  Onun eserlerinin önemini, yapmak istediklerinin anlamını çağdas hukuk ve özgürlük ilkeleri ile birlikte  kavramak zorundayız.  Kurucu felsefe olarak Atatürk'ün düşunce sisteminde bir atatürkçülük aranıyorsa benim anladığım bu.

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mikis Theodorakis'in arkasından

 Ünlü müzisyen, barış savunucusu, eski bir komünist Mikis Theodorakis'in arkasından komşumuz Yunanistan'da üç günlük yas ilan edilince kendimizi, yani ülkemi düşündüm ister istemez...

Yunanistan'da merkez sağ parti iktidarda biliyorsunuz. Ama buna rağmen bir komünistin yasını tutabiliyorlar...

İçim sızlıyor...

Ülkesinden kaçmak zorunda kalan Nazım Hikmet vatanına kavuşamadan Moskova'da ölmüştü.

Gençliğimizde bize diş bileyen iktidarlar "Solcular Moskova'ya" diye bağırırlardı.

Babalarımız da yaşamışlardı  benzerlerini: Yayla diye dergi çıkartmak isteyen aydınların arkasına ajan bağlarlar, Yayla'yi tersinden söyleyrek "Moskova'dan al-yay" diye suç üretip hapishanelerde çürütürlerdi.

Sabahattin Ali'yi ülkesinden kaçmayı isteyecek kadar bezdirip sonra sınırda canına kıyanlar yine böyle iktidarlardı.

Onlar ne kadar bize düşmanca ise biz ülkemizi o kadar çok sevdik...

Mikis Thedorakis faşist Albaylar Cuntasına direnmişti.

Simdi ülkesindeki  demokrasi rejiminde onun ve onun gibi solcuların emeği var.

Mikis'i sağcısı solcusu çok seviyor...

Bizde de öyle değil mi?

Nazım Hikmet böyle biri değil mi mesela?

Gün gelir, solcu olmanın üzerini örten yasaklar dökülür ve altından pırıl pırıl insanlık sevgisi, barış ve eşitlik duyguları çıkar. 

Bütün insanlık buna sadece saygı duyar, arkasından yas tutar.

1 Eylül 2021 Çarşamba

Bu şapkadan kuş değil özgürlük çıkar...

 Evet, dün de yaptım, canım sıkıldıkça rahatlamak için yazıyorum arada. Sonra onları,  blog sayfama da, hani bakarsınız merak eden olur diye bırakıyorum. (ayvalikpostasi.blogspot.com.) İşte böyle yaptım yine, iki gün önce kutlanan Zafer Bayramı kutlamalarından esinlenip düşüncelerimi siyasi bir analizin içine kısacık yerleştirmeye çalıştım. Bence önemliydi. Çünkü aynı bakış açısını sonra Halk TV programında akşam uzun uzun konuştular. Merak ettim dinledim, kendime yeniden hak verdim. Doğruydu tespitlerim, ama eksikti elbet, daha uzun uzun yazılmalıydı. Onu başka bir yazıda gazeteye göndermek için düşünürken bu kez aklıma gelen bir görsel vurguyla sözümün devamını getireyim dedim. 

Evet, bir şapkadan bahsediyorum, üzerinde korkusuz yazan bir şapka olmalıydı bu ama bulduğum İngilizce yazılı olanıydı, "Fearless" yazıyordu üstünde. Altına da şunu koydum: Anket sorusu: Bu şapkayı hala giymeyenlerden misiniz? Bir kişi dışında kimsenin ilgisini çekmedi ne yazık! Zafer Bayramı kutlamalarındaki coşkunun anlamını yazdığım yazıya 10 kişi bakabilmişti ve çok doğaldı bu, bir açıdan. Ama doğal olmayan böyle düşünenlerin daha çok olmasına rağmen kendilerini belli etmemeleriydi. İşte bunu düşünerek kafamıza korkusuz şapkamızı giymenin tam zamanıdır diye bahsettiğim şapka fotoğrafını paylaştım.

Evet, bunları niye tekrarlıyorum diyeceksiniz. Bu sabah ne yazmalıyım diye düşünürken gerçeğin en çıplak hallerinden birisi daha Sözcü gazetesinin  ilk sayfasında manşet olmuştu bile. Habere göre Saray' da yapılan kabul töreninde  protokol kuralları gayri resmi olarak değişmiş ve Diyanet İşleri Başkanı 40. sıradan 12. sıraya çıkmıştı. Böylece Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının önüne geçmişti. Laik devlet esaslarından her geçen gün daha fazla uzaklaşıldığı şu günlerde korkusuz şapkamızı giymenin caydırıcılığı daha bir anlam kazanıyordu sanki. Şimdi bu hatırlatmayı yaptıktan sonra yine aynı konuya dönüp bunları niye tekrarlıyorum boyuna diye bana soracaksınız...

Haklısınız, alışkanlık işte...Son olarak 1 Eylül Dünya Barış Günü bütün insanlığa kutlu olsun diyorum.

31 Ağustos 2021 Salı

Halkın gözünde Atatürk

 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları her geçen yıl bir öncekinden daha coşkulu bir şekilde devam ediyor. Diğer ulusal bayramlarımız için de geçerli bu tespit. Bunun anlamı şu: 20 yıldır iktidarda olan bir rejim tek adam yönetimine kayan  otoriter bir yapıya saplanıp kalırken geleceğe dair örnek teşkil edecek bir düşünsel miras bırakmadan ayakta kalmaya çalışıyor. Cumhuriyet yönetimini seçerek yeni devleti kuran Atatürk'ün devrimci ilkeleri ise her geçen gün daha sağlam olacak şekilde benimseniyor ve kollanıyor. Hatta mevcut otoriter rejime karşı çıkan ve sayıları durmadan çoğalan kitlelerin gözünde Aratürk ve onun fikirleri, toplumda partilerin başaramadığı güçlü bir  dayanışma ruhunu ayakta tutmaya yetiyor. Cumhurbaşkanı bile Anıtkabir defterini imzalarken onun eserlerine sahip çıkmaktan bahsediyor. Toplum, ihtiyaç duyduğu iyi bir gelecek için bu ülkeyi sadece 15 yıl yönetmiş müthiş bir lidere duyduğu güvenden güç alıyor, onun enerjisiyle kendisini siyaset alanında ifade etmek istiyor. Bu bir olgu  ve tarihimizden beslenen bir sonuç ayrıca.  Üzerinde önemle durmayı gerektiriyor.

24 Ağustos 2021 Salı

Bu kuşatmayı yarmak kolay değil

 Arada belki kendimi sakinleştirmek gibi bir içgüdüyle, ruhumu karanlığa boğan bir düğümden kurtulmak istercesine bağırmak istiyorum...

Biliyorum böyle yaptığımı gören biri olsa bana acıyarak bakacaktır, hatta delirmiş gözüyle bakacaktır...

İnsanlığın değil ama toplumu yöneten iğrenç bir mekanizmanın kölesi olan insanlığın  geldiği hazin sonuçlara, korkunç  durumlara şahit oluyoruz...

Modernlik denilen bir çağın bilimsel,teknik üstünlüğü ile göğsümüzü kabartan yaşam tarzı bizi nerelere savuruyor, nasıl bir çıkmaza itiyor farkında mıyız? Yangınlar, sel, çevrsel kirlilik, yaklaşan diğer iklimsel felaketler,  sığınmacılar, salgınlar, artan açlıklar, ülkeler arası yaşam standartlarında derin uçurumlar, demokrasi yoksunu ülkeler, güçlenen otoriter rejimler derken nasıl bir dünya bekliyor bizi diye soruyoruz. Çözüm hiç kolay değil. İnsanlığın kafası şimdilik bu farkındalığı kararlı bir iradeye dönüştürmeye müsait değil. 

Zamanı var diyerek kalıpçı   bir kolaycılığa düşmemek gerek. Bu kuşatmayı yarmak kolay olmayacak insanlık için. Hayat bitmez ama bu gerçek bazı türler için değişebilir... Hızla ilerleyen bilimsellik yanında unuttuklarımız da var...Bazen geçmişi anarken gelecek adına ne kadar yoksunlaştığımızı da anlıyoruz, değil mi? Yine de umut dolu bir şarkıyı mırıldanarak devam etmek en iyisi...

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Erdoğan Nereye koşuyor?

 Türk hukümeti Afganistan yönetimini silah zoruyla deviren  Taliban ordusuyla Batı ile de anlaşarak iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor. Bir zamanlar Suriye'de  ABD'nin yardımına koşarken yaptığı gibi  bölgede denge sağlayıci bir hami rolünü oynamak istiyor olabilir.   Bunu yaparken insan hakları ve demokrasi kurallarinı çiğnemek başta olmak üzere radikal İslamcıların bütün hoyratlıkları kimsenin umurunda değil elbet. Düzensiz sığınmacılar ise ayrı bir tehlike olarak batıyla kurulacak diyalogun başka bir konusu. Bütun bunlar olurken sağcı ve aşırı ulusalcı çevrelerce Taliban rejimine yapılan methiyeler tezgahlanan oyunun ip uçlarını verecek zenginlikte. İşte en son Vatan Partisi liderinin  "Afganistan’a çağdaşlaşma ve kadın-erkek eşitliği Taliban’dan gelecek" sözleri en çarpıcı ve düşündürücü örneklerden birisi...Her konuda köşeye sıkişmış  tek adam rejimi her fırsatı değerlendirip kendine bir yeni hareket alanı yaratmaya çalısıyor. Bu arada, 24 senesi geride kalmış bir yargılamanın  darbecileri üzerinden denediği imaj  tazeleme girişimi de aynı kapıya çıkıyor...

4 Ağustos 2021 Çarşamba

Peki çare ne?

Türkiye ciddi bir krizin içinden geçiyor. Dün de söyledim, bu sonunda yönetimin gelip dayandığı bir tıkanma. Bunun farkında olmamaları doğal çünkü kendileri böyle olmasını ısrarla savundular ve istemeye devam ediyorlar. Denetlenmeyen bir başkanlık rejimi ve laik geleneğe alabildiğine karşı bir ideolojik  tavır...

Bu ikisiyle iktidarı sağlama alma koşullarını kurdu AKP.  Baskı ve yıldırma ile muhalefeti ezmeyi, baş eğmeye yatkın bir topluma çok kolay kabul ettirebiliriz diyorlar. 

Toplum beğenmese de karşı çıkmayı örgütlü bir mücadelenin geleneğinden çoktandır uzak kaldığı için gerektiği kadar başaramıyor. Demokratik hak arama yollarının alabildiğince tıkandığı bir toplumda yönetim sorunları kriz eşiğine gelmiş, yönetene hesap sorulamayan bir çıkmaza girilmis. Siyaset yapmayı hep başkalarına havale eden  hazırcı bir toplum kendine güvenini yitirmiş, kimseye de kolay inanmayan  bir çaresizliğe saplanmış.

Durum bu ama zaten biliyoruz böyle olduğunu, asıl sorun bu zorluğu aşıp demokratik yolları bir hak meselesi olarak  sonuna kadar  kullanabilmekte. 

Bekleyen bir toplum yerine isteyen,zorlayan, dayatan bir toplum olabilmekte. 

Ateş her alanda kapıya dayanmış. Eski kötü alışkanlıkları, saplantıları bırakarak, sağ duyu merkezinde toplanıp birbirimizi dinleyerek, makul olanın peşinde durarak ülkeyi bu çıkmazdan  kurtarmalıyız. Yoksa ülke diye bir şey kalmayacak.

3 Ağustos 2021 Salı

Yönetimin Krizi

İçinden geçtiğimiz günler ülkenin  ne kadar kötü yönetildiğini daha doğrusu bir yönetim boşluğuna  düştüğünü kanıtlıyor. 

Sorun bir yönetim krizinin ötesinde ciddi hukuksal, yapısal sorunları yaratan bir iktidarın siyasal tercihlerinden ve ideolojik kaynaklarından besleniyor. 

Kendisini ayakta tutmaya yarayan kozlarını eskisi kadar kullanamayan  iktidar şimdi kaybettiği prestij açığını ayrışmayı körükleyen bir siyaset anlayışı ile telafi etmeye çalışıyor. Bu durum  yönetimin krizine dönüşüyor. Ayakta kalabilme çabası ile alınan kararlar ve tercihler ülkeyi çıkmaza itiyor, bir yandan da kendi başarısızlığıni açığa vuruyor.

Gerek kontrolsüz göçmenlik, gerekse son yangın olaylarında kullandığı yöntemler ve açıklamalar  buna hizmet ediyor. Meseleyi çözmek, toplumsal yaraları sarmak, toplu yaşamı tehdit eden afetlerden ve çatışmalardan korunmak yerine sorumsuzca yorumlar ve tespitlerde bulunarak çözümsüzlüğü doğallaştiriyor, bundan güç devşirmeye gayret ediyor.

Bu çok tehlikeli bir tutum.

Bu durumdan kendine vazife çıkarabilecek çevrelerin yaratacağı çatışmalar bu ülkeyi ne hale getirir acaba düşünülüyor mu?

Sorumsuzluk her yana her bünyeye sıçrayarak başka bir yangını tetikliyor. Bakanların, bürokratların açıklamaları şaşkınlık yaratıyor, bu kadarı da olmaz dedirtiyor.

Ülke ancak işbirliği  yaparak, bu sorunların üstesinden gelebilir.

Ulusal çıkarlarımız korumak için ucuz hamasate  ve dış gerekçelere sığınmak yerine   demokrasiyi ve hukuk düzenini kuracak bir siyasal dönüşüme ihtiyaç var. Acil olan bu iradeyi hayata dönüştürecek demokratik dayanışmayı sağlamak ve bu düşünce ekseninde geleceğin temellerini atmaktır.

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yangın Yeri Hayatımız

 Ortalık yangın seline dönmüş, acılar sarmış dört yanımızı, derdin biri bitmeden ötekisi başlıyor yanlara sıçrayan alevler gibi... Evet, hangisine yansak ki? Dağlar tutuşmuş, çıkılmaz olmuş, her yer karanlık bir duman, artık nefes alınmıyor, öylece uzaktan, kaçtığın yerden bakıyorsun yanan  evine, yok olmuş canlarına, hayatına...Alevler  ýukselirken bir de çaresizlik yakıyor içimizi. Yangını söndürmek için yetersiz kalan çabayı sorguluyorsun. Neden, neden? Cevap yine aynı. Ķötü kararlar, ihmaller zinciri...Yine aynı dert, aynı zihniyet...Yangına koşması gereken  imkanlar varken bunu hiçe sayma nasıl bir umursamazlık? Türk Hava Kurumu nasıl yok edilir? Uçakları uçmaz hale getirilir,  unutulur, yok denir. Yönetime yönetemeyenler bilerek atanır, engeller yaratılır, destek yerine köstek olunur? Anlamak zor değil. Hazmetmek zor ama! Yaşananlar giderek her yanımızı sarmış bir alev topu gibi hayatımızı yangın yerine çeviriyor baksanıza...Hangisine yansak üzülsek ? Kavruluyor içimiz...

AG.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Keşke yanılsaydım!

 Facebook içimizi dışımızı bilmesi yetmiyormus gibi düne dair anları hatırlamak istediğimizi düşünerek  geçmiş anıları tazeliyor. Iyi yapıyor elbet. Geçmişinden ürker bazıları. Doğru olabilir. Bazen ben de geçmişte yazdıklarımı böyle blr merak ve tedirginlikle okurum. Övunmek gibi olmasın ama bir çok konudaki yorum ve düşüncelerimde yanıldığımı pek görmüyorum. Keşke böyle olmasaydı. Keşke yanılsaydım da bu günleri yaşamasaydık... Her gün yanılmamaktan yorulduğumu görmekten mutlu değilim. İroni gibi gelebilir ama doğru.  Yanilmamak yanlışın ürkütücü boyutunu hep suratımıza vuruyor. Yeter artık, yanılmak istiyorum detirtiyor insana. Iste facebook bu hissimi anlayamiyor. Sanıyor ki her zaman  hatırlamak güzel bir şey!

11 Temmuz 2021 Pazar

Kapıldım gidiyorum rüzgara

 

Günlerdir süren güçlü esinti bu gün biraz normale döndü Ayvalık'da. Bu rüzgar olmadan da yaşanmaz ki. Hele Kaz dağlarının üzerinden aşıp geliyorsa, ķörfezin  denizini yalayıp Ayvalık sırtlarına vuruyorsa, bu havanın yerini hiç bir sey tutmaz. Soluk alırken içinize çektiğininiz hava değildir, bilin bakalım nedir?Bu sorunun en güzel cevabını hayranı olduğum ve yine buralarda kendisinden siirlerini dinlediğim  bir şair vermiştir: içime çektiğim hava değil gökyüzüdür der Ülkü Tamer. Evet bu esinti marifetlidir, içinde bol oksijeni ve iyotu barındırır. Geldiği yerin kokularını, heycanını,aşkını taşır. Her içinize çektiğinizde yalnızlığı, acıları,tükenmişliği unutturur size. 

"Beni bu güzel havalar mahvetti, 

Böyle havada istifa ettim 

Evkaftaki memuriyetimden. 

Tütüne böyle havada alıştım, 

Böyle havada aşık oldum." 

Diyen Orhan Veli geldi aklıma şimdi. İnsan ne garip bir yaratık değil mi? Kolayca kanıyoruz, aldanıyoruz her şeye. Bir rüzgar geciyor kalbinizden sanki, heycana kapılıyor, ya da her şeyi durdurup sadece sessiz bir dünyada, şiirsel bir durulmanın tadını çıkartmaya çalışıyorsunuz. Acılar bir yanda dururken, kalbiniz öte bir yakada ışıltılı bir denizin sularına götürüyor sizi.
Bu da bir aldatmaca değil mi? Ama hoşunuza gidiyor yine de...
Ayvalık'da bu sabah karşımdaki denizi seyre koyuldum rüzgarın arada yüzumdeki serinliğini hissederek. Okuduğum yazıdan sonra tükenmeyen insan acılaŕıni yazacaktim.  Yaşadığımız ülkedeki dayanılmaz acıları. Ödenmemiş kıdem tazminatlarının peşinden koşarken trafik kazasında hayatlarını kaybeden Somalı madencileri. Olümle tehdit edilen gazetecileri. Yüzlerce faili meçhul cinayette kullanılan kayıp silahlar haberini. Derin güçlerce organize edilmiş silahlanmaları.

Yazacaktım olmadı.

Bunları yazdım.

10 Temmuz 2021 Cumartesi

Ne olacak şu CHP'nin hali?

"Kılıçdaroğlu tek adayımız" dır deyip ansızın millet ittifakında kara bir deliğe yol açan Bülent Kuşoğlu kimdir biliyor musunuz? Adam CHP Başkan Yardımcısıdır. Kiliçdaroğlu nasıl yorumlamış bu açıklamayı, onu bilen var mı? Ben de yeni öğrendim. Daha doğrusu Emin Çölaşan bu gün köşesinde yazmasa öğrenemeyecektim...Meğer Kıliçdaroğlu da Bülent Beyin açıklamasını doğru bulmamış. Emin Çölaşan'i arayıp çok üzüldüğünü söylemiş.ittifak ortaklarına haber verilmeden böyle bir açıklamanın yapılmasına o da üzülmüş. Kendisinin bile haberi olmamış hatta. Bir gazeteye beyanat  vermiş bu konuda, ama gazete nedense pazartesi günü bu haberi kullanacakmış! Yani bekletiyorlarmış...

Mizah gibi değil mi? 

Ama burasi Türkiye demeyin n'olur...Burası CHP demek lazım bana göre...

Bülent Kuşoğlu'nun N Haber'deki açıklamalarıni da okudum. Meğer yaptığı gaf sadece Kılıçdaroğlu ile sınırlı değilmiş. Hdp ve  Kürtler için söylediklerini okuyunca bu kafa ile nasıl demokratik dayanışma güçlendirilir diyerek üzülürsünüz. Hatta öyle analizler yapmış ki tam fiyasko...Evlere şenlik şeyler. Yazsam çok caninız sıkılır. Chp niye güven vermiyor, niye oylarini arttiramiyor diye parti içinde objektiv bir değerlendirme yapıliyor mu acaba, hiç sanmıyorum. Chp'yi bütun eksiklik ve hatalarına rağmen gözü kapalı desteklemek kimseye yarar getirmeyecek. Bunlari çekinmeden söylemekten yanayım. Zaten hatadan dönmedikleri sürece de muhalefet kanadından beklenen öngörü ve sorumluluklar  hayata geçirilemeden kalacak. Çok kolay bir seçim olacak, sonucu simdiden belli diyorlarsa yanılırlar, milleti kandırırlar. Ulkeye de yazık olur.

9 Temmuz 2021 Cuma

Edebiyatın sihirli elleri

 Şimdi edebiyatı konuşma vaktidir. Ancak onun üstesinden gelebileceği işlerden bahsetmek istiyorum. Destanlar, şiirler, hikayeler ile başlamış bir anlatı serüveni sonra romanla buluşmuş. Denemeyi de içine katalım isterseniz, hepsi anlatı sanatının bir parçası sayılırlar. Tiyatro, resim, sinema gibi diğer sanatları da besleyen bir damar hepsi. Ama  özellikle şiiiri bir başka yere oturtur eleştirmenler. Şiirin sihiri başkadır denir. Çok doğru. Müzikle  ya da  imgesel bir dünya ile buluştur bizi şiir. Sinema sanatı da şiirden beslenir. Şiirin şiirsellik kavramıyla anlatılan bir bulaşı gücü de vardır ayrıca. Şiir gibi deriz mesela. Şiir hayatımızın durulmuş halidir. Bunu en iyi kullanabilen romancılar da olur. Romanın yaratılmış varlıklarla dolu dehlizlerinde bizi dolaştırmaya meraklı bir yazar eğer becerebilirse buna şiirsel bir tat da ekleyebilir. Ortaya çıkardığı kocaman yeni bir dünya şiirsel bir bütünsellikle sizi bağlar ve ondan kolay kolay kopamazsınız. Bazen aynı  romanı defalarca okumayı göze alabilirsiniz. Roman yazma şiirin tek başına yaptığını  yazının bütününe uygun ölçüde serpiştirebilen bir yazarın becerisi sayılır. Romancının elinde şekillenen malzeme aslında yaşanmış bir hayattan damlalar, ya da büyük bir gövdeden türemiş tecrübeler, beceriler, ruhumuza gömülmüş gizli hazineler gibidir. Suyun parlaklığını keşfetmemizi, ormanın ağaçlarını görmemizi sağlar gibi dokunur insana ve bu iyileştirir bizi. Sanatın bir terbiye etme gücü vardır. Hayatı yaşanır kılmaya yarayan, gereğinde dayanılır kılan, sabır ve umut aşılayan bir sihirdir bu. Bizim önümüzde koşan ikinci bir hayat gibi. İçine girdikçe ne kadar kendimize benzediğini görmemizi sağlayan bir büyü gibi.

8 Temmuz 2021 Perşembe

Değişimin yolu

 Üç gündür Pazar günkü adaylar buluşmasını gözden düşürmeye çalışmak, bu münazaranın olumlu tarafını görmemek,  karşı tarafı zor duruma sokmak niyetiyle araçsallaşırmak ne kadar saçma! Moderatör üzerinden yapılan saldırının önce kendi adayına zarar verdiğini bile göremiyorlar. Yenilgiyi ve kaybedeceklerini anlamış bir ruh halini yansıttıklarının sanırım farkında değiller. TC Anayasanın hala geçerli kurallarını hiçe sayıp Erdoğan'nın Cumhurbaşkanı sıfatıyla otobüs üzerinde miting konuşması yapması, taraftarına çay paketi atması ise dünya siyasi literatürüne geçecek bir fiyasko!

Bu ülkenin demokrasi geleneği çok güçlü değil, siyasi tarihi benzer tuhaflıklarla dolu tamam ama toplumun değiştiğini, Türkiye'nin 30-40 sene önceki toplum olmadığını, yeni  nesilleri, gençleri farklı yetişen, görüş ufku yenilenmiş, dinamik bir ülke olduğunun farkında değiller. Kullandıkları eskimiş yöntemlerle arkalarında düşündükleri kitleyi hala çoğunluk sanmaları ne büyük bir yanılgı? Şu seçim kampanyasında ülkeye yaşattıkları gerilim, hayal kırıklığı, kızgınlık yetmiyormuş gibi seçimin adil ve özgürce olmasını engelleyen tavırlar, söylemler, yakıştırmalar ile ülke yönetiminde kalmalarını daha sorgulanır yaptıklarını anlamıyorlar mı?

İktidarın sonuna yaklaştıkça sarıldıkları çareler ülkeyi  zor günlere taşıyabilir. Ama bunun cevabını ulusun iradesi  seçimlerle verecektir. İstanbul seçimleri bu nedenle hem bir sonun hem de  demokrasiye sahip çıkmanın bir miladı olacaktır. Kazanan millet olacaktır. Değişimin yolu açılmıştır...

Not :Bu yazı 20 Haziran 2019 tarihinde yazıldı.

Ayvalık Postası

 Her pazartesi paylaştığım yazılarımı bir süre  Ayvalık  Postası olarak okuyun lütfen. Hayatımın  Ayvalık yarısı İstanbul'u düşleyerek geçer. Kışın da tersi olur. Hayat hep böyle geçer zaten. Her şey kavuşana kadar başka bir güzelliğin içinde sarılıdır size sunulmaya hazır. Değeri unutulur kavuştuktan sonra, hem de hiç farkına varmadan. Yaşadığınız anın hakkını verin  der dururuz da uygulamaya gelince unuturuz bazen bunu. Mutlu olmak insanlar için ne kadar zor değil mi? Oysa sabahları kumruların ve serçelerin seslerini dinleyerek uyanıyorum burada. Onların ne kadar mutlu olduklarını düşünerek kendime moral yüklüyorum. Kahvaltıdan sonra rutin hale gelen sabah yürüyüşüm için bana daha sakin gelen Şirinkent yolunu seçiyorum. Ağaçlarla, yabani bitkilerle konuşuyor, yol kenarında boyları  uzamaya başlayan sazlıktan geçerken mutlu oluyor, dinlenmek için oturduğum bankta İpek kafenin olduğu koydaki ışık oyunlarını  seyrediyorum. Bu fazla uzun sürmüyor, vücudumu tembelliğe alıştırmadan yeniden yola koyuluyorum. Dönerken Basın Kent'in bahçelerinden geçiyorum. Oradaki dev kaktüslere merhaba diyorum, pembe zakkumları içimden öpüyorum, ağaçların arasından duyulan kuş seslerini  dinliyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum sonra. Güneş fazla yükselmeden eve varmalıyım. Yorgunluk garip bir şekilde  mutlu olmanın işareti buralarda. Çünkü yorulduysanız yaşıyorsunuz demektir. Bir öğlen uykusu ise bu yorgunluğu üzerinizden atacak bir ilaç size. Her şey bu kadar basit değil burada elbet. Sorunlar, yapılması gereken işler, tartışmalar da günün bir parçası. Ama insan her şeye rağmen huzurlu ve yaptığının doğru olduğuna inandığında zorluklarla daha iyi savaşabiliyor. Uzun lafın kısası burada hayat çabuk geçiyor. Kötüler düşünsün.

Yolsuzluk haberleri ve müsilaj

 Ülke yolsuzluk haberleri, Marmara denizimiz müsilaj kirliliği ile çürük yumurta gibi kokarken parti kapatmak gündemi değiştirmek falan değildir; yapılan düpedüz bir beka sorunu ile karşı kaŕşıya bulunan rejimin önümüzdeki seçimlerde yeniden iktidarda kalabilmek için olmayan demokrasiye bir tekme daha atmasıdır, amaç siyasal yapıyı değişmez kılmaya çalışarak ülkeyi yeni belirsizliklere ve kaosa sürüklemektir. Yarattıklari tek parti devletinin anayasal kurumları işlemez hale gelmiş, hukuk güvencesi kalmamış,  özgürlükler ve haklar askıya alınmıştır. Böyle bir ortamda yapılacak en yakın seçimlere olabildiğince geniş bir katılımla, görüş farklılığı gözetmeden önce demokrasi ve hukuk diyerek hazırlanmak gerekiyor. Muhalif  partilerin bundan daha önemli bir önceliği olamaz. Bu iktidardan kurtulmak,  sağlam ve tutarlı yeni bir anayasal iklime kavuşmak, hukuk devletini kurmak için sadece siyasilere değil bütün vatandaşlara önemli bir görev düşüyor. Bu gidişe dur diyecek bir kararlılik ile   milletçe aynı çizgide buluşmak zorundayız. Cumhuriyetimizin geleceği buna bağlı.

Oyuna devam!

 Özel okullar on kayit başvurusu için taban puanlarini açıklarken devlet okullari sadece yüzdelik dilimlere göre başvurulari yönlendiriyor...Farkinda misiniz burada bile ozel okul sahiplerini kollayan bir kurnazlik var. MEB en azindan kaliteli sınıfa giren   devlet okullari için bir taban puan belirleyip başarili oğrencilerden ilk tercihlerini bu okullardan yana yapmak isteyenlerin işini kolaylaştirabilirdi.Ama bu  yapılmiyor. Başarili çocuklarin genellikle ust gelir grubundan geldikleri bilindiği için parali özel okullar adina bir kayirma hemen devreye sokuluyor. Ozel okul kontejanlari hizla doldurulurken bu telaşta kaliteli parasiz okullarin taban puanlari neden aciklanmaz, sorusunun cevabi bu...Oysa Parasiz devlet okullarini tercih etmek isteyen yüksek puan almış bir çok genç var...Gençler ve aileler sonunda sinav sonrasinda yeni bir yarışa daha giriyorlar. Bu da yerleştirme adı altinda okul kapmaca yarışidir. Oyuna devam...

Kılıçdaroğlu için fezleke

 Kılıçdaroğlu için fezleke meclise gelmiş...Amaç, dokunulmazliğini kaldirmak, açılmış veya açılacak yeni davalarla mahkum etmek, HDP'yi kapatarak oluşması istenen bosluktan  sonra bir de Kilicdaroğlu üzerinden muhalefet cephesinde bir gedik daha açarak sözüm ona parçalanmaýi sağlamak ise bu oyuna  kaç kişinin geleceğini hesaplıyorlar? Çocuklar bile kanmaz buna. Ulkeyi yönetenler bu işlerle uğraşacaklarına toplumu daha fazla germeden, toplumsal çatlaklar yaratmadan ülkeyi güven içinde yapılacak adil bir seçim ortamına hazırlamalıdirlar. Aksi tutumlarin yaratacağı huzursuzluk ulkemizin geleceğini daha da karartır, kargaşayı besler, kötücül fırsatçilarin işini kolaylaştırir. Ulkemizin insani  barıştan ve adil bir yaşamdan yanadır. Toplumun genel beklentisi  bu temelde oluşan  tercihler yönundedir, tarih boyunca da siyasi kamplaşmalara rağmen böyle olmuştur.

Bu nedenle, parti kapatmak, parti liderlerini susturmak ile bir yere varmak isteniyorsa yanılıyorlar. Kılıçdaroğlu'nun son açıklamasi bu açıdan çok değerli ve önemlidir. Evdeki hesap çarşıya uymayacak, toplum mağdurlyete uğrayana daha önce olduğu gibi yine sahip çıkacaktır. Muhalefet olmak da böylesine süreçlerle kazanılacak ozellikler demektir.

7 Temmuz 2021 Çarşamba

Bir soru!

Endişe verici olan durum şu ki istifası veya görevden alınması an meselesi olan iç işleri bakanına destek iktidar partisinden değil ortağı olan partinin liderinden geliyor ve o lider Hdp'li Gergerlioğlu lehine önemli bir karar veren Anayasa mahkemesine  teröristi koruyor suçlaması yapıyor...

Ülkenin hukuk ve demokrasi yönünden geldiği perişan hali görüyorsunuz...

İçisleri Bakanı'nın sırtını dayadığı iktidar ortağı böyle konuşuyorsa bu ülkede kimse için can günliği, adalet teminatı kalmamıştır ve durum Osmanĺi'daki Tanzminat reformları öncesinden  bile beter haldedir.

Bugün T24'deki köşesinde Mehmet Yılmaz'ın ima ettiği gibi yoksa bizim bilmediğimiz başka hazırlıklar mi vardır? Bu kadar alenen hukuka, anyasaya meydan okuyan bir iktidar ortağı ve onunla hala işbirliği yapan yönetimin bizden sakladıkları nedir acaba?

6 Temmuz 2021 Salı

Koku

Nereye gitsem her yer kokuyordu. İş yerleri, marketler, bütün kapalı yerler, arabalar, bahçeler, sokaklar, alanlar, hatta bir zamanlar ormanlık olan tepeler, sahiller, her yer kokuyordu.

Evdeki pencereleri açtığımda içeri dolan havada çok garip bir koku vardı. Bu yüzden kapalı ve havasız yaşamaya katlanıyorduk.

Kokudan korunmak için içimize kapanıyorduk. İnsanlar sokağa çıkamaz olmuşlardı. Ağızlarını, burunlarını kokudan etkilenmemek için bir maskeyle kapatarak dolaşıyorlardı artık.

Bu koku bütün yaşam ritmini bozmuştu. Karamsarlık, umutsuzluk, sorumluluk almama, içe kapanma, olup bitene ilgisiz kalma gibi bütün olumsuz huylar, alışkanlıklar toplumda yaygınlaşmıştı.

Bu konuda ayrıca herkes bir birini suçluyor, haksızlık yaptığını söylüyordu. Kokunun nerden kaynaklandığını açıklayan yöneticiler ise insanların paniğe kapılmamalarını, bu kokunun ülkeye dışarıdan pompalandığını, bunun hain bir tertip olduğunu, alınan tedbirlere uyulmasıyla tekrar eski kokusuz günlere kavuşulacağını yaymaya çalışıyorlardı bir yandan.

Ancak koku her gün artmaya devam edince dikkatleri başka bir konuya çekme gayretleri de görüldü. Bu pek fayda etmedi. Koku her şehirde, her mahalle ve sokakta artarak görülmeye devam etti.

Artık bu kokunun sindiği bütün yiyeceklere erişmek daha zor ve pahalıya mal oluyordu insanlara. İçilen suya bile havadaki bu ağır koku bulaşmış, ekmeklerin tadı bozulmuş, doğanın dengesi değişmiş, hatta kuşlar ötmez yağmur yağmaz, rüzgarlar esmez olmuştu. Göçmen kuşlar bile kokunun haberini alıp yollarını değiştirmişler, arılar kovanlarından çıkmaz olmuşlar, toprak altında uykuya dalan yılanlar korkarak saklanmayı tercih etmişler, balıklar başka denizlere kaçmışlardı. Yani doğadaki bütün canlılar insanlarla birlikte kokunun yaydığı ölümcül bir girdapta sıkışıp kalmışlardı.

Herkes şikayet etse de kokunun bitmesi için çarenin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bunu tartışanlar ise kokuyu yaymakla suçlanıp, susturuluyor; insanların gerçeği öğrenmemeleri isteniyordu. Koku dayanılmayacak hale geldikçe kokunun konuşulmasını yasaklayanların şiddeti, baskıları artıyor, korku da beraberinde geliyordu.

Kokuyla mücadele etmek için çalıştıklarını söyleyenler ise her gün artan yasakları, tutuklamaları, sorgulamaları gösterip geniş tedbirler aldıklarını kontrollerindeki medya organlarıyla topluma yayıyorlardı. Kendilerine itaat etmeyenleri de hemen susturuyorlardı. Nedeni bilinmese bile insanların bu kokuyla yaşamaya alışacakları yetkili ağızlarda bolca konuşuluyordu artık. Söylenenlere inanmasalar da herkes bunu kabullenmek zorunda olduğunu düşünüyor, aç kalmaktansa kokuyla yaşamaya katlanıyordu.

Kimsenin gelecekle ilgili bir beklentisi, umudu kalmamıştı. İnsanları bir arada tutan tek güç içlerinde besledikleri bir korku olmuştu. Kokudan şikayet etmek yerine korkuyla yaşamanın yolunu arıyorlardı.

Bir süre sonra kokudan söz etmek de suç sayılmaya başlandı. Daha ileri gidip bu kokunun bir efsane olduğu bile söylendi. Koku bize ait değildi, dışardan gönderilmişti. Çoğu insan bu görüşe inandı. İnanmayanlar bile inanmış gibi göründüler. Kokuya itirazlar bıçak gibi kesildi. Çünkü korkuyorlardı. Artık hiç bir şey kokmaz olmuş, korku kokuya baskın gelmişti.

Evdeki hesap çarşıya uymayacak!

 Kılıçdaroğlu için fezleke meclise gelmiş...Amaç, dokunulmazliğini kaldirmak, açılmış veya açılacak yeni davalarla mahkum etmek, HDP'yi kapatarak oluşması istenen bosluktan  sonra bir de Kilicdaroğlu üzerinden muhalefet cephesinde bir gedik daha açarak sözüm ona parçalanmaýi sağlamak ise bu oyuna  kaç kişinin geleceğini hesaplıyorlar? Çocuklar bile kanmaz buna. Ulkeyi yönetenler bu işlerle uğraşacaklarına toplumu daha fazla germeden, toplumsal çatlaklar yaratmadan ülkeyi güven içinde yapılacak adil bir seçim ortamına hazırlamalıdirlar. Aksi tutumlarin yaratacağı huzursuzluk ulkemizin geleceğini daha da karartır, kargaşayı besler, kötücül fırsatçilarin işini kolaylaştırir. Ulkemizin insani  barıştan ve adil bir yaşamdan yanadır. Toplumun genel beklentisi  bu temelde oluşan  tercihler yönundedir, tarih boyunca da siyasi kamplaşmalara rağmen böyle olmuştur.

Bu nedenle, parti kapatmak, parti liderlerini susturmak ile bir yere varmak isteniyorsa yanılıyorlar. Kılıçdaroğlu'nun son açıklamasi bu açıdan çok değerli ve önemlidir. Evdeki hesap çarşıya uymayacak, toplum mağdurlyete uğrayana daha önce olduğu gibi yine sahip çıkacaktır. Muhalefet olmak da böylesine süreçlerle kazanılacak ozellikler demektir.

Boşuna mı kürek çekiyoruz?

 Bu ülke için boşuna mı kürek çekiyoruz acaba? Bu soruyu bir süredir okuduğum, televizyonlardan dinlediğim haber ve yorumlardan sonra kendi kendime soruyorum. Bu gün Hasan Cemal T24 deki köşesinde de yazmış. Evet, çözümü olmayan sorunlarıyla iflah olmaz bir memlekette mi yaşıyoruz? Karamsarlık huyum değil, ama insan bu noktaya da gelebiliyor işte!

Bulunduğumuz coğrafi çevreye bakınca benzer tarzlarda yönetilen  o kadar çok ülkeyle yan yanayız ki! Buralardaki rejimlerin demokrasi olmadığı bilinen bir gerçek. Hepsinde geçerli kurallar, güç ilişkileri, yapılanmalar, yönetim zihniyeti birbirinin benzer... Al birini vur ötekine denir ya! Buralarda iktidarlar yıllardır değişmedi, yakında da değişecek gibi değil üstelik. En önemlisi bu coğrafyanın ülkeleri yüz yılı aşkın bir zamandır dünyanın güç merkezlerinin kapışma, hesaplaşma, bölüşüm bölgeleri olmuş. Benzer kaderler benzer siyasal kargaşalarla süre giden siyasal yapılara yol açmış. Hiç biri gerçek manada hukuk, demokrasi özgürlük yüzü görememişler. Ortadoğu ve çevresini kuşatan bu zor bölgenin kaderi tarihin tanık olduğu kavgalar, didişmeler olmuş, başa gelen yönetimler bu ortamdan beslenerek iktidarlarını korumuşlar.

Biz başkayız diyebilecek şansımız kaldı mı acaba diye sormadan edemiyorum.

Güçlü bir ülkeyiz, aksak işlese de bir demokrasi geçmişimiz ve 150 yıllık bir parlamento geleneğimiz var. Anayasa tecrübemiz, laik ve modern  bir cumhuriyetin kurucusu olmuş, Atatürk gibi  saygın bir öncümüz var, düşünceleri, ilkeleri tavsiyeleri hala geçerli... Ama yetiyor mu? Ne kadar hükmü kalmış bu saydıklarımın? Nereye doğru gittiğimiz belli değil mi? Günden güne daha da kötüleşen bir ekonomik düzen, aykırı ilişkiler ağı ile liberal  kapitalizmin bile karşı çıkacağı boyutlara varmış, yasa, hukuk dinlemeyen  çamura batmış bir sistem.

Bu şartlarda geçmişle böbürlenmek yeter mi? Biz çıkarız bunun altından kolaycılığı... 

Ne yapılmalı? Bunu anlatacak güçlü politik bir söylemi besleyen şartlar sonuna kadar hazır, söylemi telaffuz edenler de var, tecrübe kazanmış bir sol siyaset de var, ama eksik olan çok şey de var...

Bu kaostan çıkmamızı sağlayacak çare bunları açık seçik konuşup tartışmaktan geçiyor. Muhalefetteki partiler, bireyler, hepimiz, kimse bildiğini  okumadan, ben bilirim demeden bu işe el vermeli...

Başka çare yok...

23 Haziran 2021 Çarşamba

İSMET İNÖNÜ'NÜN KAYIP BÜSTÜ DE NERDEN ÇIKTI SIMDI?

Niye aylardır peşindeydim bu büstün? Belki bazi dostlarim soruyordur...Olayı ilk önce Ali Rıza beyin hala yeni baskısı yapılamayan kitabından öğrenmiştim. Ne değerli bilgiler saklıdır bu kitapta, bilseniz. Onlardan biri de İsmet İnönü'ye ait kayıp büst ile ilgili olanıdır. Bu beni farklı yorumlara sevk etti başından beri...Trakya'da böyle bir büst ilk olarak Kırklareli'inde açılmıştı, bu önemliydi önce. Yıl ikinci dunya harbinin başlarıydı. Sınırdan Alman ordularının top sesleri duyuluyordu. Diğer Trakya halkı gibi Kırklarelilller de şehri terk ediyorlardı. Korkuyordu herkes. Gözler İsmet İnönü'deydi. Onun Hükümetinin alacağı kararlar insanların hayatını belirleyecekti.Acaba savaşa girilecek miydi? Trakya insanı 1912 den  beri savaşmaktan yorgun, bitkin düsmüştü. Balkan Harbi bitmiş, Birinci Dünya Harbi baslamıştı. Köyler boşalmış, çocuklar babasız, kadınlar kocasız kalmışlardı. Topraklar ekilemiyordu, kıtlik, açlik insanları tehdit ediyordu. İaşe sorunu idarecileri endişelendiriyordu.  İşgallerin arkasi kesilmiyordu ayrıca. Daha 1922 yılında en son Yunan işgali yaşanmıştı, insanlar çok çile çekmişlerdi. Bu topraklar acılarla yüklü kötü anılarla doluydu. Savaştan yana olan Nazi hayranlarının uğraşlarına rağmen yönetim Almanya ile ilişkileri  dikkatli bir politika ile yönetiyor ve harbin çılgınlığından uzak kalmaya çalışıyordu. İste İnönü Büstü  bir serhat kentinde  böyle olağan üstü günlerden geçerken halkın "milli şef"lerine bir teşekkürü sayılıyordi. Bustü Kırklareli için anlamlı kılan hikaye budur. Ama hikayenin gerisi de manidardır. Bu ise Türk siyasi hayatının karakteristik ýönlerindendir. 1950 seçimlerinde tek parti rejimi bitince eski hatıralar unutulur, büst yerinden sökülerek komutanlik bahçesinin karşısındaki hapishaneye kaldırılır. Hikaye bununla kalmaz, büst orada kimsenin haberi olmaadan yıllarca bekler. Hapishane bir gün yıkılıncaya kadar...Bulanlar şimdi yaşadığımıza benzer bir şaskinlığa kapılırlar. Müze yetkilerine sorulur. Onlar önemsemezler, "koyun bir kenara, sergilenmeye değmez" derler. Ama devlet geleneği gereği bulunan şey ne olursa olsun yok edilmez, muhafaza altinda tutulur ve bir depoya konur. Yıllar geçer ve bir depodan bir depoya  taşınsa da kimse devlet malıdır diye büste bir zarar vernez,ama kimse de ne işe yarar diye sormaz! Gerisini anlatmama gerek var mı? Birilerini eleştirmek değil niyetim, olan olmuş diyorum ve şasırmiyorum aslında. Bu da küçük bir örnek nasıl olsa! Ama sorulacak sorular, yapılacak yorumlar, alınacak dersler var derseniz haklısınız. Onu da yazarim bir gün.

KÖTÜLER DÜŞÜNSÜN

 Her pazartesi paylaştığım yazılarımı bir süre  Ayvalık  Postası olarak okuyun lütfen. Hayatımın  Ayvalık yarısı İstanbul'u düşleyerek geçer. Kışın da tersi olur. Hayat hep böyle geçer zaten. Her şey kavuşana kadar başka bir güzelliğin içinde sarılıdır size sunulmaya hazır. Değeri unutulur kavuştuktan sonra, hem de hiç farkına varmadan. Yaşadığınız anın hakkını verin  der dururuz da uygulamaya gelince unuturuz bazen bunu. Mutlu olmak insanlar için ne kadar zor değil mi? Oysa sabahları kumruların ve serçelerin seslerini dinleyerek uyanıyorum burada. Onların ne kadar mutlu olduklarını düşünerek kendime moral yüklüyorum. Kahvaltıdan sonra rutin hale gelen sabah yürüyüşüm için bana daha sakin gelen Şirinkent yolunu seçiyorum. Ağaçlarla, yabani bitkilerle konuşuyor, yol kenarında boyları  uzamaya başlayan sazlıktan geçerken mutlu oluyor, dinlenmek için oturduğum bankta İpek kafenin olduğu koydaki ışık oyunlarını  seyrediyorum. Bu fazla uzun sürmüyor, vücudumu tembelliğe alıştırmadan yeniden yola koyuluyorum. Dönerken Basın Kent'in bahçelerinden geçiyorum. Oradaki dev kaktüslere merhaba diyorum, pembe zakkumları içimden öpüyorum, ağaçların arasından duyulan kuş seslerini  dinliyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum sonra. Güneş fazla yükselmeden eve varmalıyım. Yorgunluk garip bir şekilde  mutlu olmanın işareti buralarda. Çünkü yorulduysanız yaşıyorsunuz demektir. Bir öğlen uykusu ise bu yorgunluğu üzerinizden atacak bir ilaç size. Her şey bu kadar basit değil burada elbet. Sorunlar, yapılması gereken işler, tartışmalar da günün bir parçası. Ama insan her şeye rağmen huzurlu ve yaptığının doğru olduğuna inandığında zorluklarla daha iyi savaşabiliyor. Uzun lafın kısası burada hayat çabuk geçiyor. Kötüler düşünsün.

15 Mayıs 2021 Cumartesi

OH OLSUN VE BENZERLERİ

 Rize'nin İkizdere İlçesinde ağaçları ve suyu için kahramanca savaşan köy kadınlarının mücadelesine destek vermek, onları takdir etmek yerine,   "Oh olsun, oy verirken düşünücektiniz bunları!" demek nasıl bir ruh hali, nasıl bir bağnazlıktır? 

İnsanın kanını donduruyor değil mi? Ama böyle söyleyenler oldu maalesef!

Ağaca, suya, böceğe sahip çıktığını iddia edenlerin "oh olsun" serzenişlerine, başlarına kakarcasına alaycı sistemlerine ne demelidir? 

Olmaz olsun çevreciliğiniz! 

*

Aynı kötü huyu başka konularda da tekrarlamıyorlar mı bazıları? 

İşte, romanlarını bütün dünya okurlarının hayranlıkla okuduğu, ülkemizin adını bir kez de kötü şeylerle değil, edebiyat gibi bir konuda  dünyanın her köşesine tanıtan bir yazaramıza söylenenlere ne demeli?

"Ah affetmek çok zor seni Orhan Pamuk! Emperyalistlerin oynuna gelmeyecektin, yazık, yazık!" serzenişlerinde bulunup, her şeyi bildiğini zanneden kerameti kendinden menkul kişilere ne demeli?

Artık onlar için  Orhan Pamuk ne yazarsa yazsın, ne söylerse söylesin, gözlerinde hep bir suçludur! 

Olmaz olsun insafsızlığınız!

*

İşte benim  şarkılarını dinlerken sesine kurban olduğum güzel insanım Sezen Aksu'ya yapılanlar!

Onun unutulmaz şarkılarını yok sayıp, kafalarında sabitlenmiş bir  hükme dayanıp,  kendilerine pay çıkartanlara ne demeliyim? Sezen Aksu'nun İkizdereli kahraman kadınlarımızın diğer sanatçı dostları gibi yanında durmasını yorumlarken, yine aynı sabit yerden  "Sezen Aksu, yetmez ama evet dediğini hala unutmadık!" demelerine kızmaz mıyım?

Olmaz olsun haksızlığınız! 

İkizdereli kadınlara, Orhan Pamuk'a yapılan serzeniş  ile Sezen Aksu için yapılan serzeniş aynı çizgide buluşuyorlar işte...

Biz neden böyleyiz, ne zaman böyle hastalandık, yaralarımıza yenik düştük, kendimizle bir türlü hesaplaşamadık, iyileşemedik bir türlü?

Çok eskilerden beri, bütün yakın tarihimiz boyunca hem de!

TARIMIN DURUMU

 Trakya'da olduğu gibi bütün yurtta süt üreticileri zor durumda. Nisan ayında 2.80 TL olan çiğ süt 2.60 'dan alıcı bulamıyor. Ayrıca, özel şirketler süt alımını kesmiş durumda. Süt üreticisi için sütü sokağa dökmekten başka çare kalıyor mu?

Oysa süt ve hayvancılık sektöründe gerileme yoksullukla pençeleşen şehir insanların da hayatlarını, sağlıklı yaşamalarını etkiliyor, fiyatı bir yılda yüzde 50 den bile fazla artan süt ürünlerine erişmesini engelliyor, çocuklar yeteri kadar beslenemiyor.

Doğal kaynakların bir avuç kapitalist girişimci için yağmalandığı bir ülkede tarım emekçileri ellerindeki son varlıklarını kaybetmek üzereler. Trakya' da tarımdan ümidini kesmiş olan gençler köylerini terk ettiler, geride verimli şekilde işlenmesi gereken,  aile işletmesi kaynakları devletten de yeterli destek alınmayınca bir avuç varlıklı kesimin elinde toplanmaya devam etti. Köyden sanayi bölgelerine başlayan hızlı nüfus hareketi kırsal  üretimdeki   iş gücünün azalmasına  yol açtı. Sonuç,  et, süt ve tereyağ gibi temel ihtiyaç maddelerinin   zor temin edilmesi oldu.. 

Köylü gerilerken kabak en çok kentli yoksulların başına patladı.

Bütün bu hikaye içinden geçtiğimiz günlerin ders çıkartılacak bir  örnek olduğu için iyi anlaşılması gereken bir mesele.

Bu konu Kovid salgınıyla mücadele  kadar önemli. Çünkü Kovid ile mücadeleyi kazanabilmek için  ekonomide güçlü kalabilmek gerekiyor. Oysa tarım kaynaklarının bol ve ucuz olması gereken Türkiye'de bu fırsat iyi değerlendirilmiyor. Daha kötüsü  sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir ana muhalefet kırsal kalkınmanın geçmiş deneyimlerini bile aratacak düzeyde toplumsallıktan uzaklaşmış durumda. Oysa özellikle modern  tarımda toplumsal çözümler uygulamadan  geleceği güvence altına almak mümkün değil. Bunun için de üretimden başlayarak satış kanallarına kadar toplumcu bir bakışa ihtiyaç var. Bunu da en iyi toplumcu sol muhalefet biliyor. Fakat onların da kendilerini inandırma ve kabul ettirme zorlukları var. Ancak şartlar herkesi buna zorluyor, bütün ileri kapitalist ülkelerde bile liberal çözümler yerini devletçi modellere zorlarken bizde bunun yerine devlet fabrikaları, arazileri özelleştiriliyor, üretici mallarını sokağa döküyor,  üreticiler çaresiz bırakılıyor, üretim gerilerken artan pahalılık fırtınası ile yoksulluk  derinleşiyor. Ülke kaynakları  topyekûn bir ihmal ve yanlış politikalar  nedeniyle ziyan ediliyor,  dışa bağımlılık artıyor, üretici üretimden kopuyor.

Bunun çözümü toplumcu  bir modeldir. Planlı, devlet yardımları ile desteklenen, kooperatifleşmeyi teşvik eden toplumsal tarım politikaları benimsenmeli, bu konuda girişimler gecikmeden hayata geçirilmelidir.

KENDİMLE BAŞ BAŞA

 İlk gençlik yıllarımdı, lisede rahmetli Oktay hocamdan aldığım edebiyat "eğitimi" öylesine ruhuma işlemişti ki Fen Bölümünü seçmeyerek kaybettiklerimi hiç umursamıyordum; hocanın arkasından gitmenin heyecanıyla bölüm birincisi olarak Liseden mezun olmuştum. Üniversite giriş sınavı da iyi geçmiş, yine okulun en iyi derecesini almıştım. Oktay hocaya aldığım puana aldırmayarak onun gibi bir edebiyat öğretmeni olmak istediğimi söylediğimde büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. "Hayır," demişti Hoca, "Sen benim yaptığım gibi Türkoloj'yi seçmemelisin!" Niye böyle dediğini anlamamıştım, ama hayallerim yıkılmıştı sonuçta. Babamın mesleğini seçmek en doğrusuydu, ama yazları onun avukatlık yazıhanesinde çalışırken tanık olduğum  gelen vakaların tesiriyle, hukukun kanunlardan ibaret olduğu gibi yanlış bir karara varmıştım, sonunda babamın da ısrarı nedeniyle işletme gibi karakterimle hiç bağdaşmayan bir bölüme girmek zorunda kaldım.


Bu uzun girişi yaptıktan sonra, merak etmeyin uzun laf etmeyeceğim. Demek istediğim, insanın iradesi yaşadığı çevre ve zamanın koşulları ile son derece ilişkilidir, bu da işin içine tesadüflerin de karışması demektir. İnsan bunu seçemez, eğer yazabilseydim hayatımı anlatmaya bu seçimsiz bırakıldığınız noktadan başlamak isterdim. Sonuçta edebiyat öğretmeni olmama "kıyamayan", en iyi öğrencisine bu yolu kapayan hocama hiç kızmadım, hatta babama bile.

Eskiden beri yazdığım defterlerim vardı. Yazmasam susuz kalmış gibi olurdum. Yazdıklarımı çok erken yaşlardan beri herkes beğenirdi, ama bir yazar olmaya hiç vaktim olmadı. Bu da bir seçim sayılmalıdır sonuçta. İş hayatım çok uzun sürdü, okumak istediğim yüzlerce kitabı hala bitiremedim. Yazmak isteğimin görülen yüzünün kısa hikayesi böyledir özetle.


Yazarken kendimle baş başayım hala. Bu yazma cesareti de verir size. Tek başınıza olmanın müthiş cesaretini. Kaç kişi okuyacak demeden yazarsınız, kendinizle konuşur gibi. Şimdi yine öyle yaptım. Bir bayram sabahı diye başladığım hikayemde.

HATIRLAMAK VE HATIRLANMAK ÜZERİNE

Hatırlamak ve hatırlanmak. Belki hayatımızın bütün özeti bu iki sihirli kelimede saklıdır. Ne dersiniz?

Hatırlamak insanın ileri yaşlarda vazgeçemediği bir gereksinim olur birden. Mesela, nostalji dediğimiz ikinci bir yaşam, keşfettiğimiz yeni bir eğlenceye dönüştürür hayatımızı. Hayat sonsuz dediğimiz bir boşluğa akarken sizin  yer aldığınız anın değeri bu hatıralarla beslendikçe daha anlamlı hale gelir, onlarsız kendinizi sürüklendiğiniz boşlukta daha güçsüz ve çaresiz hissedersiniz.

Hatıralar insanı  ölüme karşı  daha dayanıklı kılan sihirli bir alet gibidir. Bütün anlatılmak istenenler, yazılanlar, söylenenler böylesine bir kucaklaşma, hayatınızla yeniden bütünleşme isteğinin bir sonucudur denebilir...

Bütün anlatı sanatları yaşanan olup bitenin tekrarıyla canlanan kendi hayatımıza dönmeyi sağlar aslında. Bu süreklilik içinde hem hesaplaşmayı hem de hayallerimizi yeniden olumlayarak öğretir bizlere. Sanatın doğurganlığı böylesine bir direncin parçasıdır.

Bu konu derinlere çekiyor sizi muhtemelen, farkındayım. Biraz da hatırlanmaktan bahsedeyim isterseniz.

İlkinde  hayatın öznesi olarak varken şimdi başkalarının hatırladıkları içinde  bir nesneye dönüşürsünüz bu kez ve muhtemelen o sırada siz yoksunuzdur. Başkalarının gözü önünden çekildiğinizde hatırlanmaya başlayabilirsiniz ancak. Ama aslına bakarsanız bu biraz da size kalmış bir iştir. Bunu başarmak için epey mücadele edersiniz, belki de farkına varmayarak. Hatırlanmak için gösterdiğiniz çaba gizli bir dürtüyle  yaptığınız o muhteşem hazırlığın bir parçasıdır aslında. Bunu bilmeden yaparsınız ve ne kadar başardığınızı da çoğu kere öğrenemezsiniz...

Bu da çok derin bir konu değil mi? Evet, haklısınız. En iyisi, sizi üzmeden bu sabah yazacaklarım bu kadarla kalsın deyip, noktayı koymak. Şimdi sevdiğiniz eskilerden  bir şarkıyı bulup dinlemenin tam zamanıdır. Bence siz de öyle yapın.

Nostalji hayat kurtarır!

20 Nisan 2021 Salı

Köy Enstitülerinşn Kapanış Nedenleri

 

Bundan 81 yıl önce 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 sayılı kanunla kurulan Köy Enstitüleri  her yıl hatırlanıyor, anmalar yapılıyor. Köy Enstitüsü davası  Cumhuriyet Devrimleri bağlamında değerlendirilecek bir kurtuluş mücadelesiydi. Birilerinin sandığı gibi ne salt bir eğitim girişimiydi ne de birilerinin eleştirdiği gibi  köylerin   şehirlerden soyutlanmasını sağlayacak  hayattan kopuk bir tasarımdı. Bu nedenle Köy Enstitüleri konusuna girdiğinizde tarihin en can alıcı yönlerini anlatan  olaylarıyla karşılaşırsınız. Bu öylesine bir dönemdir ki, tarihin kahramanları üstlendikleri görevlerle dönemin ruhunu size yansıtırlar. Geleceği dokuyan sihirli elleriyle size örnek olacak izler bırakırlar.  Köy Enstitüleri merkezine bireyin oturtulduğu  bir kurtuluş davasıdır. Adının köyle eşleşmiş olması ait olduğu dönemin üretim biçimlerinin karakteriyle bir anlam kazanır, ancak ileriye açılan bir gözle baktığınızda bu özellikler ülke insanını daha  özgür, güçlü ve egemen kılacak özgünlüğü ile sizi zamanın ötesine taşır. Köy Enstitülerinin hala örnek teşkil edecek girişimler olduğunu konuşuyor, tartışıyorsak, bu onun ruhundaki  sağlam ilkelerin, yaratıcı yaklaşımların olmasındandır. 

Köy Enstitüsü deyince diğer önemli  mesele Köy Enstitülerinin kapanışına yol açan nedenlerin  doğru bilinmesidir. Çünkü bu konuya girdiğinizde bu kez ekilmek istenen tohumların yeşermesini engelleyen koşullarla yüzleşmek zorunda kalırız. Bunlar bilinmeden Köy Enstitüleri deneyimindeki başarısızlığın asıl nedenlerini doğru kavramak zorlaşır. Tarihi doğru kavradığınızda ise  bugün takılıp kaldığınız yerden kurtulmanız kolaylaşır. Tarih bu güne bakışımızı da belirler.  Bu nedenle Köy Enstitüleri üzerine yazmaya başladığınızda aslında  ülke tarihi hakkında konuşursunuz.  

Bu  girişten sonra  okuyacaklarınıza 1946 yılına dönerek başlamak istiyorum. Bu yıl tarihimizde önemli bir kırılma anıdır: 1945 baharında Almanya'nın teslim olması ile başlayan sona gelişle İkinci Dünya Savaşının Dünyanın büyük bölümünü ilgilendiren kısmı bitmiştir. Barışa doğru bir adımdır bu ama dünyanın iki rakip, hatta düşman diyebileceğimiz kampa ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir yanda başında ABD'nin bulunduğu serbest girişimci Batılı güçler, diğer yanda ise savaşın kazanılmasında önemli pay sahibi olan, Batıyla birlikte savaşmış Komünist blokun temsilcisi Sovyetler Birliği bulunmaktadır. Bu olgunlaşan yeni şartlar dış politika alanında ülkeyi kritik bir eşiğe getirir ve Türkiye önemli bir tercihte bulunarak ait olduğu ve güveneceği bloğu Batı olarak seçer. Bu sırada Yunanistan'da merkezi güçlerle Komünist Demokratik Ordu arasında iç savaş süregitmektedir. 

Gelelim ikinci kırılmaya: Ülkede Tek Parti dönemi kapanır ve serbestiyetçi, muhafazakar, dindar kesimlerin desteğini almış toprak zenginlerine ve kapitalist güçlere dayanan Demokrat Parti, CHP'den koparak siyasi hayatta çok partili rejime geçilmesini sağlar. İkinci Dünya Harbi'nin sona ermesinden ABD'nin önderliğinde alınan kararlarda otoriter rejimlere yönelik eleştirilerden Türkiye'deki Tek Parti rejimi de nasibini alır. İsmet İnönü, savaş sonrasının ekonomik sıkıntıları ve iktidarda kalabilmenin çaresizlikleri içindendir ve kendi partisi içindeki muhafazakarların da isteklerine boyun eğmek zorundadır. Partide, ilerici, Kemalist çevrelere karşı sesleri savaş sonrası yükselen,  kendilerini Anadolucu olarak tanıtan gruptan gelen eleştirilerin ağırlığı artmıştır. İşte bu kesimler dünyada ve ülkede esen yeni rüzgarlardan cesaret alarak İnönü'ye baskılarını yoğunlaştırırlar. Bu kişiler Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığından, İsmail Hakkı Tonguç'un radikal söylemlerinden rahatsızdırlar ve bu ikisine karşı bir süredir kararlı bir muhalefet hareketi başlatmışlardır. Buradan şu sonucu rahatlıkla çıkartabiliriz: Köy Enstitülerinin ilkelerine ve yöntemlerine karşı çıkışlar önce CHP içinde filizlenmiş ve özgünlüğünü kaybedeceği öğretmen okullarına dönüşme süreci bu kesimlerce başlatılmıştır. 

Demokrat partinin güçlenerek çıktığı 1950 seçimlerinden sonra Köy Enstitülerini tamamen kapatmasına  kadar geçen sürede CHP'de yerlerini sağlama almış çevreler paylarına düşen görevi başarıyla tamamlamışlardır. Anadolucu diye geçen bu grup önce Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan ayrılmasını sağlarlalar. Yeni Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer Tonguç'a başından beri karşı duran bir kişidir. Bu konuda Sirer'in yanına aldığı destekçisi ise yine el üstünde tutulan başka bir eğitimci olan Halil Fikret Kanat’tır. Adeta Tonguç'un yapmaya çalıştıklarını engellemek üzere bir karşı tez savunucusu olarak kaşımıza çıkar Kanat. Yazdığı kitabı Milliyet İdeali ve Topyekün Milli Terbiye adını taşımaktadır ve Anadolucu grup tarafından hayranlıkla karşılanmıştır. Aslında yapılmak istenen Almanya'da Nasyonal Sosyalizm artığı görüşlerin tekrarından başka bir şey değildir. Amerikalı araştırmacı Kirby yazdığı kitabında(Türkiye'de Köy Enstitüleri, Fay Kirby,1962) onun eğitim konularında kullandığı bütün kavramların Nazi fikirlerinden esinlenmiş olduğunu söyler. Örneğin, yazdığı kitabın adında geçen "Topyekün" ifadesinin bile bir Nazi dili olduğunu hatırlatır. Kanat ve dolayısıyla Milli Eğitim Bakanı Sirer, Nasyonal Sosyalizmden beslenen bir eğitim modelinin peşinden giderler ancak insanları yanıltacak şekilde kullandıkları kavramları Kemalizm ile bağdaştırarak farklılıklarının üstünü örtmeye çalışırlar. İşte Köy Enstitülerinden rahatsızlık duyanların zihniyetleri böyle kişilerce temsil edilmekte ve bu zamanın siyasi dengeleri açısından kabul görmektedir. 

1943 yılında yapılan İkinci Maarif Şurası Kemalist ilericilerle onlara karşı çıkan Anadolucu görüşten yana olanlar arasındaki çekişmelere sahne olur. Anadolucular Türkçülüğe sahip çakarlarken aslında Hasan  Ali Yücel'in savunduğu çağdaş, ilerici fikirleri ırkçı bir inkarla çürütmeye çalışırlar. O yıllarda Sovyet Rusya topraklarında ilerleyen Almanya ordusunun zaferleri gözlerini büyülemiştir. Almanya'nın  başarısı savaş yılları boyunca Türkiye'de ırkçı çevrelerin hayranlığı ile karşılık bulacaktır. Sovyetlerin mağlubiyetini görme sevinci ülke içindeki komünistleri  ezme arzusunu kamçılar. İnönü döneminde başarılı bir dış politika ile içerdeki beklentilerin tersine Almanya yanında savaşa girmeyerek çok doğru hareket etmiştir ama içerde Köy Enstitüleri gibi Atatürk döneminin devamı sayılacak devrim niteliğindeki adımları tehdit olarak kabul eden kesimlere de göz yumulmuştur. 

Fakat Avrupa'da savaşın bitmesine yakın zamanlarda Sovyet cephesinde Türkiye'yi ilgilendiren bir tavır değişikliği olur.  Elbette bu Sovyetler Birliği'nin savaş sonrası kendisini düşünerek almak istediği bir güç mevzilenmesinden kaynaklanan bir karardır: 1945 yılının Mart ayında Sovyet yönetimi 1925 yılında imzalanmış olan Türk Sovyet tarafsızlık ve saldırmazlık paktını yenilemeyeceğini Türkiye'ye bildirir. Hatta bununla yetinmeyerek Kars ve Ardahan üzerinde yeni isteklerde bulunur, Türkiye'nin egemenlik hakları için hayati önemi olan Montrö anlaşmasının gözden geçirilmesini ister. Japonları attığı atom bombasıyla dize getiren ABD askeri üstünlüğünü kanıtlamıştır, buna karşılık Sovyetler Birliği  Doğu Avrupa’da kendine bağlı devletler kurarak bir tampon bölge oluşturur. Bütün bu gelişmeler ABD'nin komünist bloku kendisine en tehlikeli düşman olarak görmesine yol açar ve  bu tür hesapların sonucunda Truman Doktrini ilan edilir. Başkan Truman 1947 Mart ayında açıkladığı doktrini açıklar. Buna göre ABD, komünizm baskısı altında bulunan devletlere askeri ve mali yardımda bulunacaktır. Burada kastedilen iki ülke, Türkiye ve Yunanistan'dır. Türkiye'ye 100 milyon, Yunanistan'a 300 milyon dolar yardım yapılır. 

Sovyetler Birliği'nden gelen istekler son derece ürkütücüdür. Kars ve Ardahan'dan sonra Boğazlar ‘da askeri üs kurulması da istenince İnönü ABD’den askeri destek ister. ABD Truman Doktrini uyarınca bu desteği seve seve vermeye hazırdır. Ancak bunun karşılığında Türkiye'de başlayan çok partili hayatın yerleşmesi için serbest seçimlere dayalı demokratik düzenin yerleşmesi, kalkınma planlarından vazgeçilmesi, Köy Enstitüleri gibi komünizmi çağrıştıran uygulamalardan kaçınılması istenir. 

İşte Köy Enstitülerini kuruluşunu hazırlayan ihtiyaçlardan yola çıkarak Atatürk'ün yeni bir toplum yaratma ülküsüyle önderlik ettiği eğitim hamlesinin sonunu hazırlayacak gelişmeler savaşın sona ermesiyle başlayan anlattığımız bu olaylarla bağlantılı olarak yaşanır. 

Çok partili hayata geçişten sonra   CHP  içinde artık muhafazakar kanadın sesi daha güçlü çıkar.  Bu güçlenme 1960 yılına kadar devam edecektir. Köy Enstitülerine sahip çıkan kurucu rol oynamış ilerici aydınlara yönelmiş bir tasfiye süreci başlar. Partinin lideri olarak İsmet İnönü bu gelişmelere engel olamayacaktır, daha doğrusu suskun kalmayı  siyasetin kuralları gereği tercih edecektir. Oysa aynı İnönü çok partili yapıya geçerken Demokrat Partiyi kuran çevrelerle eğitim seferberliğinin devam edeceğinin güvencesini ister. Celal Bayar bu isteğe karşılık, "Bilakis buna devam edeceğiz," yanıtını verir. İkinci soru dinle ilgilidir ve İnönü, "Dinle oynayacak mısınız? diye sorduğunda aldığı cevap "Hayır, laiklik dinsizlik demek değildir" olacaktır. 

Öte yandan çok partili hayata geçişle birlikte ülkede demokratik özgürlükler üzerinde baskıların artmaya başladığını da görürüz. Güçlenmek isteyen sol muhalefeti susturmaya yönelik baskılar bu yeni dönemde her iki partiyi serbestlik konusunda aynı çizgide buluşturacaktır. Karşılarındaki muhalefeti sindirmek için  iki partide aynı görüşler hakimdir. Sonuçta Vatan ve Tan gazeteleri kapatılacak, işçi hareketlerini destekleyen sol aydınlar tutuklanacaklardır. Görüldüğü gibi iki parti de "güdük bir demokrasi" oyunun sürdürme konusunda tam bir işbirliği içindedirler.

Köy Enstitülerinin kurulmasına sahip çıkan Hasan Ali Yücel ve bu hareketin fikir babası olan İsmail Hakkı Tonguç artık hedef tahtasına oturtulmuşlardır. İlk yapılacak iş köy enstitüleri kurucu ve yöneticilerini işbaşından uzaklaştırmaktır. İlk önce 5 Ağustos 1946'da Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığından istifa ederek ayrılır, ardından 21 Eylül 1946 tarihinde Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden Talim Terbiye Kurulu Üyeliğine alınır.  Fakat bu yeterli görülmez, 2 Nisan 1949’da Ankara Atatürk Lisesi Resim-Elişleri Öğretmenliğine atanır. Tonguç'a okulda   hazırlanmakta olan bir öğrenci piyesi için sahne dekorlarını boyamak görevi verilir. O itiraz etmez ve seve seve bu görevi yerine getirir. Tonguç’un yaşamı boyunca inandığı ilke, her uygulamanın hangi seviyede olursa olsun eşit değerde olmasıdır. Tonguç için önemli olan iştir. İşin her türlüsünü severek yapmaya hazırdır. Elleri boya içinde resimler ve kitaplarla dolu olarak derslere girer, öğrencileri ile  kaynaşır. O kibirli öğretmenlere hiç benzemiyordur. Her fırsatı sonuna kadar kullanarak insanlar arasında düşüncelerini yaymayı sağlayacak bir becerisi vardır. Resim İş öğretmenliği yapan Tonguç'la Köy Enstitülerini çoğaltmak için köy köy koşturan Tonguç arasında hiç bir fark yoktur. Bakanlıktakiler onu öğretmen olarak tayin etmekle huzursuz olmuşlardır, sonunda Demokrat Partinin iktidara gelmesinden kısa bir süre önce  Kayseri Lisesi resim öğretmenliğine tayin edilir.

Demokrat Parti 14 Mayıs 1950'de  büyük farkla seçimi kazanıp  iktidara gelince Milli Eğitim Bakanı Tevfik ileri olmuştur. Hemen ardından  Tonguç ve daha 8 öğretmen bakanlık emrine alınırlar. Yeni Sabah gazetesinde çıkan haber manşete "Sol temayüllü hocalar bakanlık emrine alındı" yazmakta ve haberin altında Bakan Tevfik İleri’nin demeci verilmektedir: "Bu şahıslar solcu olarak tanınmıştır. Çocuklarımızın zehirlenmesine müsaade edemezdik. Hatta İsmail Hakkı Tonguç’un emekliye ayrılmasına iki ay vardı. Ben onu vekalet emrine almakla efkârı umumiye karşısında solcu olup olmadığının hesabını vermesini münasip gördüm."

Tonguç 5 Aralık 1950’de, Bakanlık, bakanlık emrine alınma nedenini öğrenmek ister ve Danıştay'a başvurur. Açılan karşılıklı davalar 16 Aralık 1954’e kadar sürer.  Gerçekte Tonguç’un maddi durumu iyi değildir. Bakanlık emrine alındığı yıllarda  yapımında bizzat çalıştığı 25 yıllık küçük bağını ve bağ evini satmak zorunda kalır.

Tonguç 1946 - 1960 yılları arasında devletin güvenlik örgütler tarafından sürekli olarak takip edilir , hatta oğlu Engin Tonguç yazdığı kitabında (Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Ant Yayınları) aynı soyadı taşıyan bütün yakınlarının izlendiğini anlatır. Bütün hayatı boyunca tek bir olaya karışmamış olan ilk öğretim müfettişi kardeşi bile yıllarca izlenir, oğlu Dr. Engin Tonguç'un uzmanlık eğitimi için yurt dışına çıkması engellenir. Yıllar sonra bile turist olarak yurt dışına çıkmak istediğinde pasaport verilmez. Oğlu pasaport almak için uğraşırken 3 yıl önce ölmüş babasının dosyalarının hala takip edilmekte olduğunu öğrenince adeta isyan edercesine " Babam, 3 yıl önce öldü, bunu öğrenip de kayıtlarınıza işleyemediniz mi" demekten kendimi alamaz! Hasan Ali Yücel'in yerine Milli Eğitim Bakanı olan Şemsettin Sirer'in Tonguç’a söylediği "senin çoluk çocuğunla birlikte belini kıracağım" sözü gerçek olmuştur.

İsmail Hakkı Tonguç ölümünden 12 gün önce 14 yıldır gidemediği Hasanoğlan Köy Enstitüsünü görmeye gider. Bir zamanlar çalılardan geçilmeyen sırtta şimdi ağaçlar yükselmektedir. Enstitüyü dağıtmışlar, ama ağaçları yok edememişlerdir. Orada hayatında iki şeyden pişmanlık duyduğunu söyler. Birisi açtığı Köy Enstitüleri'nin sayısını 20'sen 60'a çıkaramamış olmasıdır. Diğeri ise daha fazla kız öğrenciyi okutamamış olmasıdır.  

İsmail Hakkı Tonguç 23 Haziran 1960 günü öldü. Oğlunun anlattığına göre, ileride oluşan üzücü olayları göremediği için mutlu ölmüştü...


 

14 Nisan 2021 Çarşamba

Sonuçları Ağır Bir Kısır Döngü

Halk Sağlığı Derneği Yönetim Kurulu Başkanı olan Pınar Okyay bugünkü yazısında "Dün itibariyle dünya istatistiklerinde ülkemiz Hindistan, Brezilya ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) sonrasında 4. sırada en yüksek "günlük yeni vaka" bildiriminde bulunmuş. Ama bu veriyi sadece bu kadar okumamız eksik olur. Bu üç ülkenin de nüfusları bizden çok yüksek. Hindistan yaklaşık 1 milyar 400 bin, ABD 333 milyon, Brezilya 214 milyon. Ülkemiz de malum 85 milyon." diyor. (T24, 11.4.2021) Sonuç olarak vaka sayısında  4. sırada olmamız bizi sakın yanıltmasın. 100 bin kişiye düşen günlük vaka sayısında dünyada birinci sıradayız. 

Bu korkunç bir durumdur.

Ekonomik kriz kadar korkunç...

Yoksulluk tanımı yaparak insanların kafasını ve kendimizi kandırmayalım.

"Yoksulluğun değil, açlığın tanımını yapar mısın?" diye seslenme zamanı artık.

Sakın, "birçok açlık tanımı var; mutlak, aşırı, göreceli, nesnel, öznel açlık..." demeyin...

İnsanlara kapanmadan bahsetmek için önce açlığa çare bulunmalı.

İnsanlara bu cesareti verebilmek için, "ey vatandaşım, ey halkım arkanda devletin var, ben yanındayım" diyebilmek gerekiyor...

İnsanlar açken, en temel yaşam haklarından yoksun, sefaletin içinde kıvranırken onlara tam kapanmadan bahsedemezsiniz...

Yasakları hatırlatıp niye korunmuyorsunuz diyerek cezalandırmak çözüm değil. Sorun sadece bireylerin davranışlarıyla ilgili değil. 

İşte aşılamadaki durum ortada. Henüz 8 milyon küsur kişiyi aşılayabildik. Geride daha 50 milyon kişi var. Ortada aşı da yok. Günlük  test sayısında dünyada 72. sıradayız.(Pınar Okyay) Dünyada kötü örnekler konuşulurken biz akla geliyoruz.  Bilim Kurulları hem ehil olmayan kişilerden oluşuyor hem de bağımsız oldukları şüpheli. 

İşte bu nedenle kapanmanın gereklerini anlatırken  bütün yükü vatandaşa atıp  maske, hijyen, mesafe demek inandırıcı olmuyor. 

Devlet olarak görevleriniz unutuluyorsa, kapanmanın   gereklerini sadece vatandaşa yüklediğiniz sorumluluklarla sınırlı tutarsınız. O da sorunu çözmeye yetmez.

Ne yapalım, gücümüz bu kadar, zengin bir ülke değiliz derseniz, o zaman da size ekonomiyi niye kötü yönettin, niye merkez bankasının dolarlarını çarçur ettin diye sorar muhalefet.

Soranlara soruşturma açarsın konuşmalarını engellersin de salgın geriler mi böyle yapınca?

Oysa her şey birbirine bağlı...

Yaşanan böyle zor günlerde vatandaşının arkasında durmak demek, önce onun derdini, şikayetini dinlemekten geçer. Kira, vergi borcu olanların, geçimini sağlayacak tek kuruşu kalmayanların, güvencesiz yaşamak zorunda olanların, çocuklarının eğitimsiz kalmasına katlananların acısına çözüm bulmak gerekir. 

Vatandaşa daha çok umutsuzluk, çaresizlik duygusu aşılarsınız böyle yapmazsanız. 

Sahte gündemlerle suçlular yaratıp koruyuculuk adına destek sağlamak mı, yoksa herkese eşit ve adil davranmak mı doğrudur böyle günlerde?

Vatandaşları ortak bir dertte birleştiren bir Covid 19 virüsü varken,  çözümler ararken de, uygularken de eşit davranmak zorundadır yöneticiler. Fedakarlık yapanların bunu istemeleri en doğal haklarıdır çünkü. 

Virüsün tek rengi vardır, bulaştığı insanlar farklı görüşte, inançta olsalar da. Devleti yönetenler böyle zor günler yaşanırken  eşit davranarak, adil olarak, kimseyi görüş ve inançlarından dolayı ayırmayarak başarılı, inandırıcı olabilirler.

Oysa ülke salgın ve ekonomik sorunlarla bocalarken  hukuksuzluğu tartışılan göz altılar, işten çıkarmalar, soruşturmalar, temel hak ihlalleri ve özgürlüğü engellemeler, suçlamalarla boğuşmaktadır...

Böyle bir ortamda ülkeyi her yönden huzura kavuşturacak adımlar atmak nasıl mümkün olabilir?

Herkes korkuyla ve umutsuzsa yaşıyorsa orada tıpkı salgının  yaşattığına benzer başka türlü bir salgın var demektir.

Bu bir kısır döngüdür. Sonuçları ağırdır ve herkesi ilgilendirir.

İbretlik Bir Hikaye

 8 gün önce 14 Emekli Amiral hakkında  göz altılarla başlayan sorgulama süreci dün gece adliyeye sevk işleminden sonra alınan serbest bırakma kararıyla nihayet tamamlandı. İyi ki 80 gün sürebilecek devrialem 8 günde bitti! Eğer bir savcı bu karara itiraz etmezse olay kapanmış olacak. Geride darbe hazırlığı değil  ama darbe dönemlerini  andıran bir dizi hukuk dışı uygulama, hakaret, yorum, lekeleme kalacak.

Bunları hatırlamakta fayda var. Her şey gibi bunlar da unutulur çünkü.

Önce göz altı, sonra delil aramak gibi ibretlik bir hikaye yaşandı mesela...

Sabahlara kadar deliller arandı...

Yargıtay başkanlığı göz altına alınanlar hakkında hüküm verdi...

Erzincan Tapu kadastro müdürü bile üstüne vazife saydı, bildiriyi şiddetle kınadı...

Sahil koruma komutanlığı da sessiz kalmadı...

Polis daha ifade bile  almadan "darbecileri teşvik eden"  partiye ait  üyelik bilgileri birilerince   gazetelere yollandı. 

O gazetelerden birinin yönetmeni  bunları marifetmiş gibi hemen ifşa etti. Sonra ayıp oldu deyip özür diledi...

Sadece o mu, yine muhalefet kanadında  çok satan bir gazetenin bir yazarı  Emekli Amirallerin duyurusuna baştan çok kızdı ve iktidarın tepkisi son derece doğrudur deyiverdi..

Sadece o mu, aklı başında sandığımız, deneyimli, yaşını başını almış solcu bir yazarımız bile kendini tutamayıp  "söylenene değil söyleyene bak!" deyiverdi. Hızını alamayıp bu gereksiz uyarı demokrasi mücadelesi verenlerin işini zorlaştıracak diye yazdı.

Bir muhalefet partisi lideri ise emekli amirallerin Montrö konusunda bilgi ve tecrübelerine dayanarak düşüncelerini, kaygılarını açıklamalarını zevzeklik olarak niteledi...

Kısa geçiyorum... 

Anayasasında hukuk devleti ilkesi devletin temel niteliği olarak düzenlenmiş bir ülkede bunların yaşandığına şahit olduk işte... 

Şaşırdık, üzüldük, bunaldık... 

Neyse ki hukukun gereği yapıldı sonunda ve duyuru sahipleri serbest bırakıldılar. Umarım bu yaşananlar kötü bir anı olarak kalır. Dersler çıkartılır... 

Eğer başımıza daha kötü  başka şeyler gelmezse.

HERŞEYE RAĞMEN...

Her şeye rağmen dirençli olmak zorunda toplum.  BirGün Gazetesi çok önemli bir vurgu yapıyor: "Devletin olanca gücüyle saldırılarını sü...